22 Kasım 2011 Salı

Güleriz Ağlanacak Halimize...

Panda'ya bir dersini sorayım dedim, akşam akşam içimi kararttı. yani oturmuş komiklikten ölen bir hikaye kuruyordum kendimce, kız bir başladı konuşmaya, içim sıkıldı. dedim, acaba ben bu tıpı bıraksam... gitsem İngilizce öğretmeni olsam; zaten havada karada kazanırım KPSS'yi... daha mı iyi bir hayat yaşarım diye düşünmedim değil.

bizde pratik bir ders bulunur anacım; hocayla adam gibi konuşup tartışabilme şansını yakaladığın bir derstir bu. bizim hoca sağ olsun iyidir, hoştur da Panda'nın hocası bir manyak. Hoca yani. ama her bu dersten sonra Panda odaya bir karamsar dönüyor. yine böyle döndü. sordum, ne var diye. Hoca yine isyana gelmiş.

Hoca çok idealist bir insan; kendi 5000TL uzman maaşıyla 50000TL maaş vere özel hastaneye gitmeyen, gözü parada olmayan, iyi bir insan evladı Hoca. ayrıca çok kafa adam, öğrencinin halinden anlıyor. bir de acayip meşgul... ben görmedim, Panda öyle söylüyor. ama adamın söyledikleri "bu tıp nereye gidiyor" dedirtiyor insana.

geçen bir gün geldi, bu yeni yasanın inceliklerini anlatmış Hoca bunlara. bir de işin içinde olan birinden duyması lazım elbet herkesin; nasılmış, neden isyandaymış bu doktorlar...

tam gün yasası dedikleri, doktor hastenede kalsın. doktorun da zaten buna çok itirazı yokmuş. performans asıl itiraz edilen noktaymış. önüne koyuyorlarmış hastayı; ne kadar çok bakarsan o kadar çok para. hasta başına beş dakika. o da klinikte. acilde bu 2,5 dakikaya iniyormuş. şimdi düşün. sen gittin doktora, kaç zamandır öksürüyorsun, falan... adamın sana tanı koyabilmek için hikayeni alması - ki sen kolay bir hastaysan - en az beş dakika. sonra muayene edecek, ciğerlerini dinleyecek falan; o da en az beş dakika. etti sana on dakika, ki bu verilen sürenin iki katı. ne oldu günde 100 hasta teorisine? anında mort. ayrıca bu direk kolay hasta. bunun bir de zoru var, hastalığı bulamadığın var, hiçbir şeye uymayan var, hastanın semptomunu sakladığı var, aşırı konuşan ve boş konuşan hasta var, ağzından lafı cımbızla aldığın hasta var... var oğlu var! öyle beş dakikada olmaz o iş.

bir de hastaneler zarar ediyormuş. hastane yardım kuruluşu; nasıl kar etmesini bekliyorsun yahu!! eğer parası olmayan adamı gelince biz bakıp iyileştiriyorsak, bırak hastane zarar etsin, diyor hoca. Baba Çaylak'a sordum konusu açılınca; ne iş, diye. o bana "hastane de işletmedir" dedi. onun söylediğine göre, oradaki herkesin maaşını devlet veriyormuş, masrafları da güvenlik kuruluşları ödüyormuş. devletin tek istediği, hastanenin kendi gazlı bezini karşılayacak parayı kazanmasıymış. yahu anacım, bir de bu işin öbür yüzüne baksana! gelen hastaların yarısından fazlasına idrar tahlili yapıyorsun sen. bir idrar tahlili için güvenlik kurumlarının verdiği para 1TL. bir lira yahu, bir lira! sen bir liraya ne alabiliyorsun? içine koyduğun kimyasalı geçtim, santrifüjü yok analizleri falan da geçtim; idrarı aldığın o kabın sadece fiyatı bir liradır be! el insaf!

Baba Çaylak diyor ki, özel hastaneler nasıl kazanıyormuş? her şeyi ödüyorlarmış bir de kar ediyorlarmış. onlar senden muayene başına yirmi lira para alıyor. devlete gittin mi para ödemiyorsun ki? parasız adama milyarlık ameliyat yapıyorsun, nasıl yapıyorsun bunu? nasıl kar edebilirsin bundan?

bir ameliyatın bir ton masrafı vardır. on milyarlık ameliyata iki milyar bütçe veriyor devlet mesela, diyor Hoca. ben o ameliyatı o paraya yapamaz mıyım? yaparım. ama ya hastaya ne olur?

hani şu "Hacettepe'de artık organ nakli yapılamıyor" olayı var ya? onun iç yüzünü de anlatmış Hoca. performans yasasına göre bir hocanın günde dört tane nakil yapması gerekiyor. aldığı maaş 3000-5000TL, aylık. ama bunun bir de doktor yönü var. o naklin her bir safhasını doktor yapmak zorunda. mesela Erzurum'dan karaciğer çıktı uygun - ki nakil bekleyen hastaların çoğu böyle bulur. doktor helikoptere binip gidecek. bekleyecek karaciğeri çıkaracaklar. onu kendi dondurup saklayacak. kutusu elinde geri helikoptere binip gelecek Hacettepe'ye. bekleyecek, hastayı hazırlayacaklar. girecek onu oraya nakledecek, hepsini de kendi yapacak. oradaki bir sürü damarı bağlayacak, kapatacak, dikecek, tekrar açacak falan... bir ton iş. hele bir de yarım verildiyse; minik minik minik minik bir sürü bir sürü damar bağlantısı, ağı var orada örümcek ağı gibi; hepsini tek tek dikeceksin yoksa karaciğer ölür, vücut organı reddeder... bütün onu bitirmek, gecesi dahil, bir gün sürer diyor Hoca; sen de kalkmış bana bundan dört tane yap diyorsun; yok yaa?! ayrıca, diyor, bu hocalar aylık 5000TL maaş alıyor, bu kadar eziyet çektikten sonra. özelde tek ameliyat başına 50000TL veriyorlar. insan olan durmaz! sonra, Hacettepe'de nakil yapacak hoca kalmadı... peki Hacettepe'ye bunu kim yaptı?

içim karardı kızı dinlerken. üşüdüm resmen, kemiklerime kadar buz kestim. ama bu kadarla kalmıyor Hoca'nın isyanı.

projelerden bir tanesi, malpraktis davaları hakkında. doktor hatası diyorlar; ama ne kadar doğru karar verebiliyor hakimler, diye bir proje çıkıyor Panda'nın pratik grubunda. mesela, hastanın içinde gazlı bez unutursun, makas unutursun; tamam. ama kat kat kompleks ameliyatlar var mesela; onlarda ufak bir hata olduğu zaman, tıp bilmeyenin anlamayacağı, hakimler bunu nereden anlıyor, nasıl objektif karar veriyorlar? bu kararlar adil mi? projenin konusu bu. ama Hoca'nın yarası var, başlıyor dökülmeye.

benim, diyor, 500.000TL'lik davam var şimdi duran. doktor hatası. sadece masadaki hatalar değil ki doktor hatası; yanlış tanı da bir doktor hatası oluyor. düşünün, şimdi size günde 100 hasta geliyor; her birine ayıracak beş dakikanız var ve her birine mükemmel doğrulukta tanı koymanız bekleniyor. bu sizi insanlar arasında nereye koyar? hadi doktorunki gibi sözlü olmasın; şıkları da olan yüz soruluk saçmalık derecesinde zor bir sınavda bu ülkenin kaymak tabakasından kaç kişi tam puan çekebilir? ÖSS'de her sene kaç kişi tam puan yapabiliyor? yüz soruluk, böyle zor ve zaman sınırlaması olan bir sınavda kaç yanlış yapmak normaldir? beş? on? hadi yüzde bir olsun. ben her gün yüz hasta bakıyorum, bunlardan birine yanlış tanı koysam, bunların hepsi bana 500.000TL'lik dava açsa, 365 tane dava... ne kadar ediyor? 365 çarpı 500.000... peki benim maaşım ne kadar? ayda 5000TL... hadi abartayım, elime maksimum 10.000 TL geçse... yine yıllık maaşım 120.000 TL... bunun ayrıca avukatı masrafı, falan... hadi onu da geçtim, tek bir dava kazanılsa, ödemem gereken 500.000TL... bana ne olur? diyor. haksız değil.

hadi bana günlük yirmi hasta ver, diyor, ben onlara o kadar bakayım, ilgileneyim; sonra yanlış tanı koyduğum zaman o kadar parayı iste benden. ya da madem 100 hasta bakmamı istiyorsun; bir sınırım olsun; bir tane yanlış tanı koyabilirsin, iki tane koyabilirsin, diye. bir doktor her gün beş kişiye yanlış tanı koyuyorsa al onun lisansını elinden, tamam. ama şu anki durum beni insanlar arasında hukuken nereye koyar? ben nasıl yaşarım? yanlış tanıyı önlemek için koyuyorlar o kadar para cezasını; ama onun baskısıyla hiç yanlış yapmayacak mısın? önüne öyle bir stres attılar diye hiç yanlış yapmamak; mümkün mü bu? diyor.

Hoca'nın anlattıkları bu kadar. Panda'yla bunları konuşurken düşündüm. acile gelen hastaların çoğuna yapılması gereken müdahale iki buçuk dakikanın üstünde. mesela bir bıçak yarasıyla gelen adama geçici dikiş atılması gerekir. bunun için steril bir ortam hazırlanmalı - hiçbir mikrop olmayacak, hiçbir yere değmeyecek. hastaya mikrop kaptırmayacaksın. sonra dikip yollayacaksın, eğer yer varsa. bir ev kadınının steril olmadan ufak bir söküğü dikmesi en az beş dakika sürer. yalansam söyleyin. terzi olsam dikemem ben o yarayı iki buçuk dakikada. ya da daha kötüsü; adam bayıldı, getirdiler; ama o sırada bir uyandı. iki buçuk dakikada beyin kanaması olduğunu nasıl anlarsın? ya da karın ağrısı var. iki buçuk dakikada bunun apandisit değil de zor tanı konan bir hastalıktan dolayı iç kanama olduğunu nasıl anlarsın? mümkün mü? böyle bir durumda hata yaptı diye bunun o kadar ağır faturası doktora kesilebilir mi? şaka gibi, öyle ki kendimi tutamadım, güldüm.

siz düşünün. ÖSS'ye hazırlanan gençler "sınav stresi" diye ortalığı yırtıyor. bu stresi önüne attılar diye doktorun hiç hata yapmaması mümkün mü? madem doktorun sizden aşırı yüksek olmamasını istiyorsunuz; onları insan gibi düşünüyor musunuz? hiç hata yapmamaları lazım, öyle mi? peki hasta başına beş dakika sistemi insan hayatını burada nereye koyuyor? peki bu kadar ağır çalışırken doktor, bu kadar dayatma, saçma sistemler uygulanırken, bir hatasının bedelinin bu kadar ağır olması ne kadar doğru? o paranın yarısını bile yılda kazanamazken o her "hata"ya o kadar ceza ödemesi onu insanlar arasında nereye koyar? doktor nasıl yaşar? o kadar parayı insan hayatıyla uğraştığı için ödüyorsa doktor; sistemde insan hayatına önem veren yer neresi? beş dakikada tanı? iki buçuk dakikada acil müdahale? bu düzenlemelerden hangisi hastaya daha fazla önem veriyor? bu hatanın acısını niye hasta çekiyor? aynı hatanın hesabını niye doktor ödüyor? bu kadar kolay mı?

sadece konuşmakla olmuyor; ama buna karşı bir şey yapabilmem mümkün değil. sadece anlatıyorum işte; benim adım Hıdır, elimden gelen budur misali... gülerek ağlanacak halimize...

25 Ekim 2011 Salı

SMTown NYC

SMTown NYC... ağlarım ama...

yapacak bir şey yok. Amerika da bir Kore kadar uzak ve adamlar oraya gitmeyi tercih ediyorlarsa bu gerçekten sadece kader olabilir. ya da benim pulsuzluğum, bilemiyorum. gerçekten, benim için mümkün olsaydı, başka bir galaksiye bile gitseler onları izlerdim; zamandı, sınavdı, umrumda olmazdı. ama yok öyle bir dünya, ne yazık ki. hayır, bir de tumblr'da paylaşıp duruyorlar lanet lanet zımbıtrıları, zaten gidememişim canım sıkkın! o ne yaa, gifler, resimler... bi dur bi bismillah; en azından bi video falan koyun paylaşın kardeşim, bu ne?!

ama şimdi Mr. Simple'ın konser versiyonunu paylaşmışlar da... Suju çok azalmış bee! benim bildiğim Suju gitmiiş, bir avuç adam kalmış resmen... yazık! sekiz kişi lan! on beşten sekize; yarıya inmişler resmen! hadi onlar ona düşene kadar tanımıyordum ben onları; ama mesela Heechul'ün gidişinin etkisi o kadar ağır olmamıştı danslara falan. şimdi bir de Shisus yok; ortada kocaman bir boşluk oluşmuş, bir eksik var, bir azlık var yani. adam gerçekten temel taşlardan biriymiş, gördüm yani bunu. tamam, en iyi şekilde doldurmaya çalışmışlar; ama yani... çok eksik yahu!

ha bir video daha paylaşmışlar, 25 saniyelik. Eunhyuk tişörtünü çıkarıp kalabalığa fırlatıyor, sonra yardırıyor sahne arkasına. hah, dedim, sen şimdi kat karıları orada birbirine, arbede çıkar, milleti linç etsinler, tişörtünü de moleküllerine ayırsınlar... amacın bu muydu? sen yardır arkaya, yardır! işin bitti orada nasılsa!!

zaten bu eşya verme işine fena halde uyuzum. hayır mi işledin şimdi? hah, halt yedin yani! niye ona veriyorsun, ne gereği var? getir bana ver!! derdim bu aslında da, çaktırma. uyuzum, o kadar. mesela, yine tumblr'da paylaşılan bir olay; Zhou Mi hayranı iki kardeş ve bir arkadaşları konserde ön sırada; Zhou Mi geliyor bunların önüne, bunlar çığlık atmaya başlayınca sırıtıp atkısını veriyor... ya o kardeşlerden biri o anda kalp krizi geçirip ölseydi? düşündün mü hiç bunu? hıı?

aslında şimdi düşündüm de; ünlülerin açısından bakınca olaylar çok komik olmalı. düşünsene; çıkmışsın sahneye, gösterini yapmışsın... sahne kenarına biraz yaklaşayım diyorsun; korku filmlerindeki zombiler gibi yakalamaya çalışan eller sana uzanıyor, çılgın çığlıklar, millet ağlıyor, çırpınıyor, suratlar yamulmuş, kör bir hayranlıkla hepsi sana ulaşmaya çalışıyor... acırsın lan topluluğa! acır veririm yani ben de çıkarıp, uygun ne varsa artık üstümde. çok da eğlenirim yani o suratlara bakarken, komik değil mi? ünlü olmak hoş bir şey yaa, o sahne denen meret gerçekten çok hoş bir şey.

ama adamlar da hak ediyor orada öyle kendilerine bu derece tapınılmasını. o mükemmeliyet bende olsa narsizm krizine girerim şerefsizim! tımarhaneye falan tıkarlar beni herhalde; "ağır psikiyatrik sorunları var" tadında... psikolojik de değil bak; hastaneye yatırdım kendimi, psikiyatri yani, ilaç milaç, deneyler... delirtici bir şey o, vallahi bak. sadece sahnede bir işe yarıyorsun o zaman.

o değil de, Kyu'nun kırmızı kadife ceketiyle Yesung'un siyalar içindeki hali ne kadar mükemmel olmuş; nasıl yakışmış yaaa...

23 Ekim 2011 Pazar

Bunların topunu var yaaa....... neyse...

uzun bir aradan sonra Çaylak yeniden bloglara dadanmış bulunmakta. ve maalesef hiç hoş bir ruh halinde değil.

son zamanlardaki haberler, olaylar, vesaire, fena halde sinirimi bozdu. hele şu "dövülen kocayı durdurmaya çalışan asistanlara hapis" olayı beni benden aldı. zaten parazit çalışıyorum, kafamı işgal eden ağzından burnundan solucan fışkıran çocuk görüntüleri yeterince korkunç değilmiş gibi bir de...

en son sinir olduğum haber işte bu.

ya böyle bir şey mümkün mü? yani gerçekten, mümkün mü yoksa şaka mı bu? adam karısını dövüyor, onu korumaya çalışan adamları dövüyor, herkese şiddet uyguluyor; ama en ağır suç yine kurtulmak için akrabasını arayan kadına mı bulunuyor? yani dayak yiyen kadın, ezilen kadın; ama suçlu olan, en uzun hapis yatan yine kadın, öyle mi?

peki bir sevgili Allah'ın kulu bana açıklayabilir mi; nasıl bir adalet anlayışıymış bu? yani ben anlamadım, gerçekten anlamadım. olaya karışanlardan suçlu olanlar şikayette bulunuyor; ama adamların cezası bir acayip indirilip erteleniyor. ayrıca suçsuz olanlara da hapis cezası; ama onların meşru müdafaa ceza indirimleri yapılmıyor. ha bir de, dayak yiyen kadına da en ağır hapis cezası; tüm amaçları bir kadını korumak olan ve bu arada bir de öküz gibi dayak yiyen iki adamın temyiz hakkı yok... özetle son karar buysa...

o zaman ben de bu hakime konjenital hidrosefali tanısı koydum; hastaneye yatırılıp özel bakım altına alınmasını, "zihinsel olarak yetersizdir" raporu verilerek görevden alınmasını talep ediyorum, hadi bakalım! hangisi daha mantıklı acaba?

işte böyle sinir oldum bu habere ben. gerçekten bir mantık, bir insancıl çıkış yolu bulamıyorum çünkü bu olayda. işte o kadar saçma bana göre. yalan haber mi, diye düşünmedim değil; ama nedense çok bir doğru havası var bunda, çok bir olabilirlik söz konusu. kamera şakası gibi; sanki biri çıkıp "ahaha, tepkini ölçtüydük de biz, bak kamera orda!!" diye çıkıverecekmiş gibi dolabımın içinden...

neyse. sinir olduklarım bununla sınırlı değil tabii ki. doktor olacak adamlarız biz, bu işin her bokluğunu da bilmek bize düşer. ama geçen gün göz muayenehanesinde bir adamın tepkileri(her ne kadar buna tanık olan arkadaşım dönüp bir halt diyememiş olsa da) beni yine benden aldı.

Mego göz muayenesine gider; yer, Hacettepe göz hastalıkları... iki üç tane göz derecesi muayenesi için makine var, göz tansiyonunu ölçen bir tane alet var, ve diğer her ölçüm için aletler birer tane. asistanların, internlerin, hocaların işi başından aşkın, görüyoruz. ben son anda vazgeçtim, çok üşendim ve çok da gerekli değildi; ama Mego devam etti. işinin bir kısmını halletmiş, odaya dönüyormuş. arkasında bir çift varmış, adam köpürmüş bağırıyormuş: "bir saat oldu bekliyoruz!! doktor da kimmiş?! gelsin göstereceğim ben ona! olur mu böyle iş!! ne biçim iş yapıyorlar bunlar!! göya Hacettepe burası!!" da falan da, filan da....

doktor da mı kimmiş? dikkat, adamın söylediği: doktor da kimmiş? dönüp soracaksın aslında, "pardon da, siz kimsiniz?" diyeceksin, "Başbakan mısınız, cumhur başkanı mı? yoksa üç üniversite bitirmiş bilmem nerelerde ihtisas yapmış, şu an da hayvan gibi çalışmakta olan adamlardan mı? siz kim oluyorsunuz da kendinizi doktorla kıyaslıyorsunuz?"

yani, bu adamı o doktorun yerine koysan iki gün dayanmaz, şerefsizim dayanmaz! bu "o da kimmiş" dediği doktor, altı sene tıp okumuş bir kere; ezberlediği hastalığın haddi hesabı yok, çalıştığı notları üst üste koysan boyunu aşar - abartmıyorum; sadece ikinci sınıfın en kısa notları tam olarak otuz yedi santimetre yüksekliğinde - ve bu adam bunların en azından yarısından fazlasını ezberlemiş ki o sınıfı geçmiş, tıp fakültesini bitirmiş. bu "kimmiş" dediğin adam ÖSS'nin üstüne onun beş bin katı olan TUS denen bir sınavda GÖZ HASTALIKLARI gibi en iyilerin gittiği, seçkin bir bölümü kazanmış, en az beş sene orada köpek gibi çalışarak, gecesini gündüzüne katmış asistanlığını bitirmiş. bu "kimmiş" dediğin adam Hacettepe'ye doktor olarak gelmiş, o kadar iyi, çalışmış, ömrünü yemiş bir adam. peki sen kimsin? bir yerde memur mu, yönetici misin? ne bitirdin? sosyal bilimlerden? turizm? ekonomi? neredeyse yata yata geçtiğin dört senelik okullardan birini? üstüne işe başladın; ne kadar koşturdun bulunduğun yere gelebilmek için? "uzman doktor" unvanı alacağım, diye kıçını yırtan o "kimmiş" doktor kadar, o gözlerini, sağlığını emanet edeceğin ve şu anda sayıp sövdüğün adam kadar koşturdun mu? o kadar harcandın mı, o kadar yoruldun mu? hastanenin yoğun ve doktorunun insan olmasından kaynaklanan ufak bir gecikme mi veriyor sana, doktoruna sövme hakkını? sahi, o adamın da insan olduğunu hiç düşündün mü? mesela onun da tuvalete gitmesi gerekebileceğini? ya da bir saatte en az on beş hastaya bakması gerekeceğini? hastanenin yoğunluğunun onun suçu olmayabileceğini hiç düşündün mü? sen hiç kendini doktor yerine koymayı denedin mi?

bu adam işte bu toplumun yarısından fazlasının bakış açısını temsil ediyor. ve bu toplum her şeyde mükemmeliyet arıyor. gülümseyen doktor, yardımcı doktor, çok çabuk ve çok kesin tanı koyan doktor, asla bekletmeyen doktor, günde yüz hasta bakan doktor... hasta pozisyonunda da bulundum; kötü doktor nasıldır, onu da bilirim. ama artık bu işin içine giriyorum; ne zaman doktorun suçu olmadığını da iyi bilirim.

şimdi diyorlar ki doktorlar çok rahat, tüm gün yatıyor. hayır efendim; adam her gün bir ton hasta bakıyor, en az üç güne bir de nöbet tutuyor. ayrıca bu adamın bir de özel hayatı var, en azından teknik olarak. bir ailesi, kendi sorunları da var. bu adam parasını eşşek gibi çalışarak kazanıyor, hiç de yattığı yok, kimseyi de keyfinden bekletmiyor. napacak ki? "Hocam, dışarıda hastanız bekliyor..." hoca kanepede elinde bir kitap yatmaktadır, "beklesin pezevenk, ben mi dedim ona gel diye? hiç canım istemiyor şimdi, beklesin, işi ne?" bu mudur yani? böyle mi geliyor insanlara, anlamıyorum ki!

bir de şimdi karşılaştıyorum; devlet dairesinde bütün işi evrak imzalamak olan memurlar acayip somurtkan, sinirli, stresli, bugün git yarın gel tiplerken ve bu adamlar gerçekten meşgul değilken, gerçekten meşgul doktor bekletti mi, gülümseyemedi mi neden sorun oluyor? neden insanlar bu doktorlara bu kadar yüklendi birden bire? yani, adam cerrah, 10-20 saatlik operasyonlarla yaşıyor, milletin organlarını elinde tutuyor, hayatıyla oynuyor resmen gelecekleri onun ellerinde; ama adamda ne sinir ne stres... karşılaştır şimdi, bu adamın işi devlet memurununkinden daha mı kolay, daha mı az stresli? peki niye memurun sinir yapması koymazken doktorun azıcık somurtuk olması bu kadar koyuyor? bu saçmalık da giderek bana koymaya başlıyor çünkü!

ama bak ne gördüm. bir yerden sonra doktoru o kadar yoruyorsunuz ki "adam ne sinirleneceğim yaa, o mu benim muhattabım..." moduna giriyor. kendinizden bu şekilde soyutluyorsunuz doktoru; sanki kusursuz olması gereken bir yaratıkmış gibi. o da insan ve mükemmel değil. eğer ona anlayış gösterilmiyorsa, bu kadar haksız eleştiriliyorsa; kendisini şikayetlerinize kapatır, cevapları otomatiğe bağlar, sizin ona kızıp kızmamanız da onu hiç ilgilendirmez. bu adama siz hayatınızı emanet ediyorsunuz; ona güvenmeniz ve saçma sapan saygısızlık etmemeniz gerek, bu iş ancak böyle yürür. doktor dediğin de lanet bir insandan başka bir şey değil; keşke hipokrat yemini dediğin şey büyülü olsaydı, doktor insandan ayrı evrimleşmiş bir şey olsaydı, ben de isterdim bunu; ama bu böyle olmuyor. muayene odasından tuvalete pencereden kaçarak giden doktor; hasta yakınından dayak yiyen, öldürülen doktor; insan olmasından sorumlu tutulan, teşhis koyamadı, yanlış teşhis, diye parmakla gösterilen, dava edilen doktor; bir hastaya beş dakika ayıran, hasta üzerinden para alan doktor; halk tarafından o statüde görüldüğü için elit yaşamak zorunda olan ama çoğunlukla asla o kadar parası olmayan doktor... bu iş böyle olmamalı.

şimdi insanın aklına uzmanlar, profesörler, ünlü cerrahlar falan gelecek. yok arkadaşım; ben senin muhatap olduğun, normal doktorlardan, pratisyenden, asistandan; yani hiç suçu olmayan, hıncını aldığın, doktordan saymadığın insanlardan bahsediyorum. bu gerçekten böyle olmamalı.

belli, değil mi? çok kızmışım, çok dolmuşum ben. ama bu ne yaa? hem ilgi ve doğru teşhis bekle, hem doktor başına yüz hasta yaz günde! hem maaşı memurdan az ver, hem hıncını çıkar, hem gülümsemesini bekle! hangi yüzyılda yaşıyoruz lan biz?! dağa çıkarım, şerefsizim köy yerinde sınıkçıya daha iyi muamele ediyorlar be!! sinir ediyorlar adamı yaa...

11 Eylül 2011 Pazar

Yurda Dönüş

yurda geleli tam bir hafta olmuş. nedense bana bir ay bile geçmiş olabilirmiş gibi geliyor. zaten son zamanlarda kendimi saçmalık derecesinde bir iş kadını gibi hissediyorum. onu ara, bunu ayarla, arada şunu hallet, şu derse gir, buna girme çünkü hastaneye gitmen gerek, buradan da randevu al, ama dolu bir zamana alma, arada korece kursu var onu da unutma, falan... acayip bir duyguydu yani meşgul olmak, hele de o kadar uzun zamandan sonra.

sanırım yurda geldiğimden beri yazın dinlendiğimin hepsini kullanmaktayım. yazın ilk ayıyla ilgili bir kayıt yok zaten bende. bütün ay uyumuşum. sonra bir gün gözümü bir açtım, kahvaltının yarısındayız. babam uyandığımı gördüğünde neredeyse ağlayacaktı... yok ya, yok öyle bir şey. ama bende gerçekten o bir ay kayıp. nereye gittiği hakkında hiçbir fikrim yok. yaz sonunda bir ilham geldi, birkaç resim çizdim; bütün yazım bundan ibaret. kitap bile okuyamadım, elime alamadım kitapları. kitap oldukları gerçeği bile sinirimi bozuyordu.

işin kötüsü, çok sevgili kore manyaklığımdan bile bir an vazgeçmiş olabilirim. iki haftada bir dizi bitiren ben, yazın sadece bir dizi izledim, daha fazla değil. gerçi bunda kota denen lanetin de ufacık bir katkısı vardı ya... neyse, orayı hatırlamak bile istemiyorum.

ikinci sınıfı sorunsuz geçmiş olmak mucize gibi bir şeydi. hala beceriksiz bir Çaylak olarak tıp üçüncü sınıfa başlamak... hastalıklar, falan... "ben büyüyünce doktor olucaaaam" gerçeğini ilk kez tam olarak anlamış olabilirim. derse girdik zaten, adam başladı "bu sene her gün çalışmanız lazım, yoksa geçemezsiniz, ayda bir gün sadece sinema izni veriyorum..." diye, suratıma soğuk su çarpmış gibi bir etki yarattı... yok, tokat değil, soğuk suyun etkisi daha acayip oluyor.

neyse ki bu sene hocaların büyük kısmı insancıl görünüyor. bir adam vardı gerçi, playback yapar gibi ders anlatıp sadece slaytta yazdıklarını okuyan, kendisine fena halde uyuz olduğum... onun dışında pek sorunlu hoca yok gibi. şanslı sayılırım. hem derse girmek benim için her halükarda verimli oluyor, ders dinleyemezsem resim çiziyorum... üretkenlik işte, n'aparsın! genetik, ahh!! öleceğim şimdi megolomanlıktan...

aa, aklıma gelmişken; Mego saçlarını twilight'dan Alice gibi kestirmiş, çok acayip bir şey olmuş! daha önce kestirmeliymiş, diye düşündüm. uzunla çok uğraşıp hep sinir oluyordu. bu kısa hali de fena halde yakıştı üstelik yüzüne. kız işini biliyor yaa... çılgın modeller ona yakışıyor. Neko da kestireceğim diyordu ya ben pek inanmıyorum ona. gözümle görmeden de inanmayacağım.

daha geçen hafta geldik, ama iki hafta sonra sınav var. şaka gibi bir sene olacak gibi duruyor. zaten akademik takvim kendi başına bir korkunçluk abidesi... gulyabani gibi mübarek... demek ki neymiş? tıp seçerken "yaaaaa geçerim yaaaaaaaaaaa, yaparım ben bir şekilde yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa...." diye hafife almayacakmışsın.... "şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler~" diye başlardım da, ne uğraşacağım, daha önümde çalışacak 500 sayfa not ve iki hafta var... emeeeeeen, koy g*tüne!!

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Koremania

şahsi manyaklığımın hat safhaya ulaştığı şu günlerde ne yaptığımı açıkçası ben bile tam çözebilmiş değilim. aslında program çok basit. sabah kalkıp kahvaltı ediyorum. sonra bilgisayar başına oturup manga okuyorum. akşama doğru babam beni oturduğum yerden kaldırıyor. yemek yapıyorum, babam öğretiyor. sonra oturup biraz daha manga okuyorum. sonra kapatıp kalkıyorum ve bir kitap alıp okumaya başlıyorum. gece boyunca bir yandan televizyon izleyip bir yandan kitap okuyorum. sonra yatıyorum. o kadar zamanda yaptığım şey bu, evet. mesela dün gece Erebos'u bitirdim. güzel kitaptı, öyle oyun çıkarsa kesin oynarım. neyse.

gerçi bugün biraz daha değişik geçti. okuyacak kitap bulamadım her nasılsa, ben de bilgisayarda takılmaya devam ettim. işin hoş tarafı, uğraşacak bir şey de buldum kendime. artık bilgisayarım Korece okuyup yazabiliyor, zzzzzuha! son zamanlardaki şahsi takıntım olan Korece'de zırnık yol almamış olup şu anda yeniden bir heves sarmış bulunmaktayım, hadi hayırlısı. biraz oynarsam umuyorum ki ilkokul hızında okuyabileceğim: "aaaaa.... liiii?? ataaaaaaaa.... anneee, bu harf neydiii??" falan... haha!

bir zamanlar da böyle Japonca'ya ve Japonlarla ilgili her şeye sarmıştım. bir ara neredeyse Japon alfabesini öğrenecektim. şimdi hepsi bir tanıdık geliyor, sallıyorum; ama tutup tutmadığını henüz hiç kontrol etmedim. sorun değil, ben onlar mükemmel manga karakterleri için seviyordum; mangasından fırlayan Kore'ye düşmüş. e hal böyle olunca ufaktan o tarafa sarkmamak biraz tuhaf olurdu.

ama bir gerçek var: bu bulaşıcı bir şey! Kore dizileri gerçekten bağımlılık yapıyor, azizim! ilk dizinde biraz yabancılık çekiyorsun tabi; dil bir farklı, suratlar bir değişik, falan... ama bir alıştın mı da bırakılmıyor, yahu! bak mesela biz iki kişi, yani Panda ve ben, kendi küçük çabalarımızla bir iki ayda en az beş kişiyi bağımlısı yaptık! e kolay iş değil, önce önyargıları kıracaksın. ilginç bir şekilde, bilimum Asya zımbırtısına aşırı önyargıyla yaklaşan bir ton insan olduğunu öğrenmiş bulundum, iki arada.

lablarda milletle laflarken, bu Kore dalgasına ilk kapılanın da bizler olmadığımızı öğrenmiş olduk. geçen seneden izleyen, takip eden, hayran olan ve yazdıkları kaset notlarını 엎파larına ithaf eden bir tayfa varmış. o insanları bulursam "순배!!" diye boyunlarına atlayacağım; artık devrilip düşer miyiz, kim ölür kim kalır, zavallı insan altımda pelteye dönerse onu yerden spatulayla kim kazır; o kısmı uygun bir zaman aralığında düşüneceğim, şu anda beynimi dinlendiriyorum. bak o ikinci Korece sözcüğün doğru olup olmadığından da emin değilim; şansımı denedim, umarım kendimi rezil etmemişimdir. hayır, Google Translate de bir sonuç vermedi aramama, korkuyorum altından ne çıkacak diye.

neyse. yarın bilgisayar başında oturduğum zaman aralığında kesinlikle Korece çalışacağım. kararlıyım!! oturup 박 정 민'in tweet'lerini ve face'deki paylaştıklarını deşifre etmeye uğraşacağım. ama yok, galiba 이 민 호 daha sık paylaşım yapıyordu, onu çözmekle uğraşırım...

off, havam batsın; iyi ki bir Kore alfabesi yükledim! bizim oralarda da bir laf vardır hani: "görmemişin bir oğlu olmuş, tutmuş çükünü koparmış" diye...

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Tembellik Kötü Şey

tembellik kötü şey, vallahi bak. mazoşistçe bir zevk alıyorum yapmak zorunda olduğum bir şeylerimin olmasından. yoksa canım sıkılıyor. birilerinin bana "şunu yap" demesi lazım sanırım benim bir şey yapmam için. bak şimdi yapabileceğim bir milyon şey var önümde, dersler çok yoğun olduğu için yapamadığım. mesela resim yapabilirim. uzun bir aradan sonra gitarımı elime alabilirim. kitap okuyabilirim. müzik dinleyip şarkı söyleyebilirim. photoshopta çizimleri boyayabilirim, ya da fotoğraflarla oynayabilirim. hiç mi olmadı? oturup ders de çalışabilirim!  tekrar düşündüm de, hayır, sanırım çalışmam.

yarın kiraz hasadı başlıyormuş. annem yaylaya çağırdı. oraya da hiç gidesim gelmedi. şimdi gitsem kesin uyuzluk yappacağım, annem de sinir olacak. nedense kendini benim mutlu olmadığım gerçeğine pek bir inandırmış görünüyor. ben çardakta kendi çapımda kitap okuyorum, sanki çok sıkılmışım gibi bana "çözümler" öneriyor. git kuzenlerinin yanına Çaylak, gel kirazları gezelim Çaylak, falan filan... halbuki bir gerçek var: ben orada hiçbir şey yapmak istemiyorum. işim yok benim orada. okunacaksa kitabımı ben burada da okurum. hasat yapılacakmış. temmuz sonu, ben gidip güneşin alnında öğlen sıcağında kiraz mı toplayacağım? hiç gelemem. akşama kadar ya çardakta oturacağım, ya evde işlere yardım edeceğim ki evde zaten iş yapan... dur sayayım.... üç... yok, dört kişi var benim haricimde. belki akşam bir ateş yakılacak da etrafında sohbet edilecek, saz çalınacak - ki muhtemelen bütün günün uyuzluğuyla o akşam da sıkılacağım. kabul ediyorum, çok uyuz bir insan bu Çaylak; ama ne yapabilirim ki? gerçekten böyle görüyorum şu anda kiraz hasadını.

geçen gün babamla beraber üniversiteye gittim. o derse girerken ben odasında sekretercilik oynadım. ama orada yasak var, dizi açılmıyor. dizi indirsem, desem; olmuyor yani. Çekirge'nin evinde var sınırsız internet, orayı da sömürmek istemiyorum. zaten yedi yirmi dört oradayım neredeyse, son zamanlarda...

açıkçası, ben sadece dizi izlemek de istemiyorum. hala fazla tembelliğin battığı o nekahet dönemindeyim. en azından giyinip süslenip dışarı çıkmak, arkadaşlarla gezmek istiyorum; ama ne Neverland'de öyle gezecek yer biliyorum, ne de arkadaşlar öyle akşam gezmelerine çıkacak insanlar. hayır, Neverland dediğin de o kadar güvenli yer değil. gidersin bara, gece millet içer falan, sarkan olur, kesen olur, uyuz olursun... yolda da yürüyemezsin karanlık basınca; kesin bir olay çıkar bir şekilde, güvenemezsin... yok, Neverland hoş bir yer değil, her ne kadar memleketim de olsa bu hallerinden hiç hoşlanmıyorum, hiç!

neyse. diyorum, ben boşuna tıp seçecek adam değilim. seçtimse bir bildiğim vardır. bak, 20 gün tatil bana yetiyormuş demek. şu anda okul başlasa gocunmam, mesela. hayır, söylenirim, sinirlenirim, falan; ama bitince de bir boşluğa düşüyorum. ne yapacağımı şaşırıyorum. yok yok, iyiyiz biz böyle; tıp ve ben. "ne seninle ne de sensiz" mottolu, acıklı bir aşk bizimki; ama zamanla ben ona katlanmayı öğrendikçe  mutlu olacağız. peki bu benim derslerin zorluğu üzerine ettiğim yaratıcı küfürlerin miktarını ve/veya ağırlığını azaltacak mı? elbette hayır. ders çalışmak istemediğim gerçeğini değiştirecek mi? mümkün değil, asla, yok öyle bir dünya. ben yine her boşluğa düştüğümde fonksiyonel kitabını kucağıma alıp on dakika içinde yaratıcılığıma tavan yaptırmaya, akabinde yapacak bir milyon tane şey bulup dersin başından ışık hızıyla kalkmaya devam edeceğim.

yine de tembellik kötü şey ya, vallahi bak! 

21 Temmuz 2011 Perşembe

Uçan Karınca İstilası ve Yaban Domuzları

köydeyiz. yani, köydeydik. teyzemin kiraz bahçesinde. kirazlar kaç yıllık bilmiyorum ama o kadar çok meyve veriyor ki tutmasak dalları kıracak. şimdi burada kiraz reklamı yapmayayım; ama ithal edilecek kirazlardan teyzeminki. kilosunu üç liraya mı, dört liraya mı alıyorlarmış. emin değilim, doğru olmayabilir. ben ejderha ağzımla iki tanesini sığdıramam ağzıma, daha küçük ağızlı insanlarsa muhtemelen ısırarak yer. yedin mi tadından boğazın yanıyor kirazın. babamla birlikte hastasıyız o kirazların, her gittiğimizde kiraz maymunu olmayı beceriyoruz bir şekilde. fotoları da var ama şimdi burada ifşa etmemeliyim, bana kalsınlar.

ama üstünde bir uğursuzluk var bu bahçenin, sürekli bir olaylar olur. bir ağaçlar hastalanır, bir karınca basar, bir şirin basar, dolu vurur, böcek yer, falan... en son vakada da domuz yemiş bunları. yaban domuzu.

domuz kiraz yer mi? yer anacım. her türlü meyve yer, gayet de mutludur hayatından. ama bu yaban domuzu dediğin öyle filmlerde görülen pembe, kıvrık kuyruklu, basık burunlu, ıslak gözlü, şeker hayvana benzemez. fümeye yakın gri bir kürkü vardır, suratı çok daha vahşi görünür; hatta bazısının alt çenesinden yukarı doğru dikilen fena halde tırsınç dişleri, boynuzları vesaire vardır. ayı gibi bir şeydir bu yaban domuzu dediğin. bir tos vuruverdi mi adamı çine uçurur. cüsselidir, güçlüdür. duyduğuma göre eti de lezzetli oluyormuş; ama domuz pis hayvan, yabanda yaşayanına güvenip de yemem yani. "bir de yeseydin!!" diyen sesleri duyar gibiyim; hiç öyle suratınızı tuhaf şekillere sokmayın, daha önce domuz yedim, pişman değilim, gene olsa gene yerim. hatta lütfen gene olsun da yiyeyim!! dayıma söylesem mi, bana getirse aslında biraz...

neyse, konuyu saptırmayayım şimdi. domuz, diyordum. o domuz tellerin altını kazıp bahçeye girermiş, yemek için de kafasıyla ağacın dallarını kırar, yere indirirmiş. kırdıktan sonra yermiş meyveyi. ağaçların anasını bellemiş, kısacası. teyzemin ekmek kapısı şimdi bu bahçe, tabii ki bu domuzdan korunacak; tekrar girmesin diye önlem alınacak. aldı bizimkiler ellerine tüfeği, nöbet bekleyecekler gece. iki tek kırma, bir çifte, bir de pompalımız var. domuzların daha önce girdiği, girmesi olasılığı olan yerde nöbet bekleniyor, gelirse domuz vurulacak. bir domuz grubundan birisi bir yerde vurulduysa, oraya o grup bir daha asla gelmezmiş, bundan faydalanacağız. yoksa amacımız katliam değil yani.

tüfek demişken; silahlara bir sempatim vardır ezelden beri; ama asla söylemem. önümde öyle tüfeği bulunca dayılarımdan birinden anlatmasını istedim bana. biraz anlattı, sonra verdi elime tüfeği, uygulamalı gösterecek. bir tırsmışım... bir tırsmışım... tuttum, hani şu çektikleri şey var ya geri ateşlemeden önce, horoz mu emniyet mi her neyse... ona dokunmadan hemen önce kaçtım. silahtan değil, ateşlemekten korktuğumdan. ortalık yerde, durduk yere silah mı ateşlenirmiş? etrafta bir ton çocuk, uzağa doğrultsan sesinden korkacaklar. hem zaten ya birine isabet ederse? hayır, dağ başındayız; ama olur mu yine de? olmaz. kaçtım ben de. ateşlerdim ama, poligonda falan olsak tereddüt etmezdim. o silaha hiç yabancılık çekmedim çünkü. sanki kolumun uzun zamandır kayıp olan bir uzantısı gibiydi, çok tanıdıktı. ilk kez bir araba direksiyonuna oturduğum zaman çok çok daha fazla bir yabancılık çekmiştim. sonra düşününce bu da ürkütmüyor değil hani. kendimi Anita Blake'in reenkarnasyonu gibi hissedeceğim neredeyse!

neyse, sonraki gece misafir geldi köyeç evin arkasına bir ateş yaktıki çevresine dizildik yuvarlak masa şövalyeleri gibi, sohbet ediyoruz. ben de bir yandan bir şeyler çiziktiriyorum sıkıntıdan. boynuma bir şey şarptı sanki, kaşınıyor boynum. elimi bir attım, kımıldayan bir şey var. benden beklenmeyecek bir soğukkanlılıkla (tanımadığım böcekten çok korkarım) aldım böceği oradan, ateşin ışığına getirip baktım. kanatlı karıncaymış. rahatladım, çok bir şey yapmaz karınca. ama durup durup koluma, gözlüğüme, kağıdımın üzerine falan konmaya devam ettiler. sallamadım, bir fiskeyle yüz metre uçup giden yaratığı mı sallayacağım? hadi len! gerçi Neko olsa daha ilk karıncadan kafayı yer, kaçardı eve. hak verdim ama kendisine, hiç sevilesi hayvan değil. aksine oldukça uyuz bir hayvan.

neyse. ben orada kendi çapımda karınca fiskelemeye başladıktan beş dakika sonra arkamdan bir çığlık koptu, "Aman tanrım, şuraya bak!!" diye, amerikan filmi tadında. kuzenim arkadan bana seslendi, bu manzaranın fotoğrafını çekmem lazımmış. döndüm bir baktım ki dışarıdaki lavabonun üstü silme karınca olmuş. yapışan yapıştığı yerde kalmış anlaşılan. tuhaf bir görüntü gerçekten.


tuhaf değil mi? bundan sonra daha bir ton daha karınca birikti oraya. daha da çok karınca oldu. aslında lavaboya dökümlüş şireli bir şey de yoktu, biraz ıslaktı lavabo sadece. hayır, çöl ortasında da değiliz ki ölümüne susadılar geldiler yapışıp kaldılar diyeyim... yok, saçma oldu bu fikir. o fairy bulaşık deterjanı da reklam olur, sileyim mi diye düşündüm; ama üşendim valla! ama o sırada dedim kesin bir inanmayan olur onların karınca olduğuna, yakından da çektim, ahanda buyrun! karınca mıymış, değil miymiş?



bu fotoyu çektikten sonra oturdum geri, ama karıncalar gittikçe daha fazla uyuz etmeye başladı beni. son damla, boynuma çarpıp tişörtümden içeri sırtıma doğru çaktırmadan yol alan o büyücek sapık karınca oldu. kaçtım eve. kaçmadan önce son baktığımda lavabo yeniden silme karınca olmuştu; o arada iki kere yıkamalarına rağmen. hani "karınca sürüsü gibi" derler ya? deyişi gerçek anlamıyla kavradım sanırım bu sefer.

ilginç bir yer şu köy; değişik böcekler, örümcekler, bilimum tuhaf, zararlı hayvanat falan... yani, cidden uzun süre katlanılmaz. ilginçtir, annem o bahçede çalışmaktan, iş yapmaktan fena halde zevk alıyor. o da onun tercihi şimdi, sorgulamamak lazım; ama Çaylak tercihen misafirliğini daha çekici bulur. ne çalışacam be ya? güneş altında, amele yanığı olacam... yok, sevmedim ben bu düşünceyi hiç. geçen sene çalıştıydım da bu sene bunun için fazla hanım evladıyım. yüzerim daha iyi. gerçi bizim havuzun açılış kapanış saatleri pek bir ilginç; çok bir "bu kadar da olmaz, yuh artık!" vakası ya, o da başka bloğa kalsın artık. apayrı isyan edeceğim ona. Çaylak(kabus) geri döndü, zuhaha!

7 Temmuz 2011 Perşembe

Ermiş Panda

herşey aynen Panda'nın öngördüğü gibi gelişti.

bir süredir neredeyse iki güne bir yazdığım bloglardan üç sevgili arkadaşım da illallah etmişti neredeyse. o kadar çok yazıyordum ki bu yazma miktarı beni bile şaşırtmayı başarıyordu. o kadar çok şeyi neremden bulup da çıkardığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. doğruyu söylemek gerekirse, hala da yok aslında; zira final bitti, ben de bittim.

geçen cumadan beri final sonuçlarının açıklanmasını bekliyoruz. dün sonuçlar açıklandı. bu süre zarfında bir kere bile aklıma gelmedi bir blogumun olduğu gerçeği - o gerçek ki finale çalışırken bir kere bile aklımdan çıkmamıştı, o gerçek ki aklıma gelen her komik sözden bir ayrı blog çıkarmıştı... tıbbın yaratıcı bünye üzerindeki etkileri, demişti Panda. demişti ki, final bittikten sonra yazacak şey bulamayacaksın. he demiş geçmiştim. haklıydı.

dün sonuçlar açıklandı. cuma günü, salı açıklanacağına dair bir bilgi gelmişti. "o halde en erken çarşamba açıklanır" demişti Panda. yine haklıydı. sonuçları beklerken bütünlemeye kalacağımı düşünüyordum. "sen kalmazsın; kalırsa Mego kalır dördümüz arasından, o da bütte geçer." demişti. ilk kısmı için haklı çıktı, ikinci kısmının ne olacağı şimdilik meçhul. yani, dördümüz arasından gerçekten bir tek Mego kaldı büte.

şimdi, dediydim demekten de nefret ediyorum etmesine; ama ben dediydim. hayır sadece ben de değil, biz dediydik. sene boyu başına kaktık çalışsın diye; ama Mego'nun klasik megoloman çenesi ve ilginçlik derecesinde abartılı kendine güveni bizi hep susturdu. finalden alması gereken not da belliydi, çalışacağını söylüyordu. ben ilgilenmiyordum, sormuyordum; ama belli ki Panda soruyormuş: bir süredir çalışmadığını duydum Panda'dan, finale bir hafta kadar kala. ne kadar doğru bilmiyorum. "çakacaksın, Mego, büte kalacaksın bu gidiş onu gösteriyor" falan demedim değil o her "ben de geçicem, öyle geçicem işte..." dedikçe. ama bizim oralarda bir laf vardır: "anam öğüt verirken kızıl itin s*kinde kırk sinek saydım." diye... eee mi? ne eee? öyle işte!

yeniden en baştaki konuya dönersek... salı günü sınavlar açıklanacak, dedilerdi. açıklanmadı. gidip kendime bilet aldım, memlekete. ama cuma gününe. Panda "cuma çok geç. sen onu perşembeye alırsın." dedi özetle. bense amcamlara gideceğimi planlıyordum. tabii ki o haklı çıktı. şu anda otobüsten yazıyorum.

zaten bundan önce de buna benzer ve şu anda hatırlayamadığım (keşke blogum o zaman da olsaydı da yazsaydım) bir ton olayı var Panda'nın.

tüm bu veriler ışığında içtenlikle sormak istiyorum: Panda... sen erdin mi?

30 Haziran 2011 Perşembe

İlk Kez

ben hayatımda ilk kez bu kadar çok ilki bir arada yaşadım.

-ilk kez odam bu kadar dağınık oldu; ilk kez gerçekten bu odada nasıl olup da kendim kaybolmadığımı ciddi ciddi düşündüm.
-ilk kez sekiz saat uykudan suratım şişmiş, uykudan yorulmuş bir şekilde gerine gerine kalktım. artık on saat çok geliyor.
-ilk kez bu kadar çok çalıştım. ilk kez bir sınav için oturup günlerce inekledim, öküzledim, uyumadım ezberledim ve ilk kez bu aşırı çalışmayla düşük not aldım.
-ilk kez takvim kullandım. final gününü işaretleyip günleri çarpıladım; ÖSS'de yapmadığım şeydi.
-ilk kez bavulumu masa niyetine kullandım.
-ilk kez odamda bu kadar fazla miktarda su şişesi var.
-ilk kez post-it bitirdim. o bitmeyen kağıtların kırk renginden çeşit çeşit vardı bende ve ilk kez onlardan beş tanesi bitti.
-ilk kez odamın duvarları bu kadar renkli. sadece her dersin en püf noktalarını post-itlere yazıp duvara yapıştırdım ve oluşan duvar kağıdı utanmasa tavana değecek.
-ilk kez bu kadar çok şey bilip yine de hiçbir şey bilmediğim hissine kapıldım. şu anda önüme hasta koysan hikaye alacak, ortalama bir teşhis düşünecek kadar bilgim var, daha patoloji görmemiş olmama rağmen ve buna rağmen hiçbir şey bilmediğime yürekten inanıyorum.
-ilk kez öğrendiklerimi kendi üzerimde uyguladım. mesela bazal metabolizmamı hesapladım, kalori hesabı yaptım, kendi nabzımı ve tansiyonumu ölçtüm, kendi kendime teşhis koyup gittim eczaneden ilaç aldım. steril eldiven takıp takıp çıkardım, sonra şişirip balon yaptım. hepsini yapmadan önce ellerimi de yıkadım; evet, onu da öğrettiler, ne gerekse... bana sormayın.
-ilk kez çaktırmadan dil öğrendim; minimal gramer bilgisiyle bence çok akıcı latince konuşabilirim artık.
-ilk kez vücuttaki yapıların hepsinin yarısından fazlasını ezberden saydım.
-ilk kez House'u tam anlamıyla anladım. ilk kez ondan önce teşhis koydum ve teşhisim sonunda doğru çıktı. dikkat: daha patoloji bilmiyorum.
-ilk kez rüyamda doktor olduğumu gördüm.
-ilk kez bir sınavdan önce karnım ağrıdı.
-ilk kez gitar çalmayı bıraktım. o kadar ki iki elimin tırnakları da artık eşit uzunlukta.
-ilk kez "çok sıkıldım, değişiklik olsun" diye içtim, sarhoş oldum, sarhoş halimle alkol zehirlenmesi sendromu yaşayan arkadaşın kusarken saçını tuttum. ertesi sabah 8'de Eskişehir trenine biniyorduk, gezmek için.
-ilk kez insan vücuduyla ilgili hiçbir şeyi merak etmiyorum ve bir daha da asla etmeyeceğim. mümkünse yeni bir şey bulunmasın; bu kadarı yeter.
-ilk kez kışın kar yağarken kıçımı kalorifere dayayıp ders çalıştım.
-ilk kez konsere gitmek istedim, ilk kez sınav yüzünden bir konseri kaçırdım.
-ilk kez histerik bir gülme krizine girdim. ilk kez sinir bozukluğundan güldüm.
-ilk kez küf besledim.
-ilk kez hak ettiğimi alamayacağımı tamamen kabullendim.
-ilk kez bu kadar ıncık cıncık her şeyi ezberledim, tesadüfen kolay soru geldiğinde de dumur olup boş bıraktım.
-ilk kez bu kadar sık sabahladım.
-ilk kez bu kadar çok dersi bu kadar kısa sürede çalışmayı başardım.
-ilk kez insan kalarak 70 almanın imkansız olduğu bir sınavla karşılaştım.
-ilk kez 60'ın yedi göğün üstünden inme bir not olduğuna inanıyorum.
-ilk kez 50'ye bu kadar tavım.

bana bütün bu ilkleri yaşatan sevgili Hacettepe; seni tüm içtenliğimle lanetliyor, en yakın zamanda yerin yarılıp senin içine düşmeni tüm kalbimle diliyorum. inan bana bu ilklerin hiçbiri olmadan da mutlu mesut yaşayabilirdim; hiçbir eksiklik hissetmezdim. bir cennetlik insan evladının senin temeline kırk ton patlayıcı yerleştirip, seni tüm profesörlerinle birlikte moleküllerine ayırdığı gün, kırk kurban keseceğim.

26 Haziran 2011 Pazar

Prefinal Deliriumu

Prekomital sendromla çok sık karıştırılan bu vaka; final öncesi, sıklıkla fiziksel semptomların da eşlik ettiği, psikolojik bir patolojidir. mesela, benim bu cümleyi kurabilmiş olduğum gerçeği bile tek başına prefinal deliriumuna bağlanabilir. karakteristik delirium nöbetleri, hastalığın tanı ve teşhisinde çok ayırt edici  semptomlar olup, hasta delirium nöbetleri dışında spesifik semptomlar göstermediği için hastalığın tanısında çok önemlidirler.

prefinal deliriumu, hastanın psikolojik gücüne, farkındalık ve çalışma miktarına göre değişik şiddetlerde seyredebilir. genel olarak histerik, stresli hastalarda çok ağır seyredebilirken; battı balık yan gider psikolojisindeki hastalarda finalden iki gün kadar önce başlayıp bir veya iki nöbetle seyredip olaysız bir şekilde de atlatılabilir.


nöbetler anlık gelen gülme ya da ağlama krizleri, geçici beyin fonksiyon kaybı sonucunda ağır saçmalama ve assosiyasyon alanlarındaki geçici işlev bozukluğu nedeniyle gelişen mantıksızlık, zeka azalması ve konuşma bozukluklarıyla karakterizedir. nöbetin sonlarına doğru ortaya çıkan karın ağrıları ve nefes almadaki güçlük, aşırı gülme ve/veya ağlamanın getirdiği yorgunluğa bağlanıp, önemli bir sebebi olduğu düşünülmemektedir; bu konuda araştırmalar hala devam etmektedir.

delirium nöbetleri tiplerine göre ikiye ayrılır. pozitif delirium nöbeti sebepsiz gülme krizleri ve ağır saçmalamayla karakterizedir. negatif delirium nöbetleriyse ağlama krizleri, çaresizlik ve öfke duygusunun yoğunluğuyla kendini belli eder. bu konuda yapılan araştırmalar göstermiştir ki hastanın pozitif delirium nöbeti mi, negatif delirium nöbeti mi geçireceği kalıtsal geçiş göstermektedir; ancak mendelian geçiş göstermez, çevresel etkenlere de (aile durumu, not durumu, geçme-kalma, sevgili, duygu durumunu etkileyici diğer unsurlar, vs...) bağlılık gösterir. ancak nöbetlerin karakteristiğinin önceden belirlenebilmesini sağlayacak kesin bir metod bulunmamaktadır.

delirium nöbetlerini tetikleyen herhangi bir şey olabilir. bir nöbetin tetiklenmesinin sebebi artık karmaşıklığın bile sınırlarını zorlayan bir konu olabileceği gibi; hastanın yakınındaki herhangi bir insanın herhangi bir kelimesi de delirium krizini başlatabilir. eğer prefinal deliriumlu hasta, bir başka prefinal deliriumlu hastayla beraberse, nöbetlerin normalden daha uzun süreceği; nöbetin süresinin ortamda bulunan prefinal deliriumlu hasta sayısıyla doğru orantı gösterdiği istatistiksel olarak kanıtlanmıştır. bu durum, prefinal deliriumlu hastaların bir arada tutulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını gösterir; zira fazla uzun süren bir pozitif delirium nöbetinin, ikincil, uzun süreli ancak hafif seyreden bir negatif delirium nöbetini tetikleyebildiği gösterilmiştir.

prefinal deliriumu, prekomital sendromun aksine, final akşamı kendiliğinden iyileşmeyip, bir nekahet dönemine sahiptir. hastanın durumuna, hastalığın seyrine ve hastanın genetik yatkınlığına göre birkaç saat-birkaç gün arası süren bu nekahet dönemi boyunca hasta hala psikolojik olarak hassastır. günün en az 12 saatini uykuda geçirir, günün kalan kısımlarında da hiçbir şey yapmamak için büyük bir istek duyar. yeniden toplum içine çıkabilmek için hastanın bünyesinin kendini toparlamaya çalıştığı bu nekahet dönemi sırasında uygun uyaran verilirse, prefinal delirium nöbetlerinin yeniden tetiklenebildiği görülmüştür. "artçı nöbet" adı verilen bu nöbetin, hasta zaten hassas bir durumda olduğu için, hastalık sırasındaki nöbetlerden daha ağır geçip daha çok hasar verme olasılığına sahip olduğu düşünülmektedir.

delirium nöbetleri sırasında EEG'si çekilen 24720487 hastadan %42,6'sında yüksek amplitüdlü delta dalgalarının tamamen baskın olduğu görüldü. hastaların %31,2'sinde teta dalgaları, %24,2'sinde frekansı aşırı yüksek beta dalgaları görülürken, %2'lik bir hasta grubunda her denemede EEG cihazı hata verdiği veya yandığı, ya da bilgisayar çöktüğü için ölçüm yapılamadı. ölçüm yapılamayan durumlardan %96,7'sinde hastaların ekstrem pozitif delirium nöbetleri geçirdiği, %3,2'sinde ise sonunda ağlamaktan uyudukları negatif delirium nöbetleri geçirdiği tespit edildi. kalan %0.1'lik kısmı ise hastaların aşırı öfke ve şiddet eğilimi gösterdiği, hiç durmadan sayıklar gibi mırıldandığı ve hiçbir şey yapmadan boş boş tavana baktığı durumların oluşturduğu görüldü.

yeni bulgular ışığında bazı araştırmacılar prefinal deliriumuyla ilgili yeni bir hipotez ortaya attı. bu hipotezde, delirium nöbetlerinden bir tanesinin, diğerlerine kıyasla çok daha sessiz semptomları olduğundan çok fark edilmediği; ancak aslında çok daha yaygın bir nöbet türü olduğu söylendi. hastanın tamamen ifadesiz bir şekilde belli bir noktaya bakması şeklinde görülen bu nöbet çeşidine, "boş" anlamına gelen, "blank delirium nöbeti" adı verildi. hastalardan ve hasta yakınlarından alınan hikayelerde, bu durumun araştırmacıların sandığından çok daha sık ve yaygın olarak görüldüğü ortaya çıktı ve bu nöbet çeşidinin prefinal deliriumuna özgü olmama olasılığı sorgulanmaya başlandı. medulla spinalis paralizisi ve talamus inaktivasyonuyla karakterize olduğu düşünülen bu yeni nöbet çeşidiyle ilgili elde edilen bilgiler sınırlı sayıda hastadan olup, henüz istatistiksel bir kesinliği bulunmamaktadır.

burada yazılanların hiçbir gerçek kişi veya araştırmacıyla bağlantısı olmayıp, hepsi tamamen uydurmadır.

24 Haziran 2011 Cuma

Şafak 7...

az önce, Post-It başlıklı yazıda meşhur olan mantar takvimimden bir günü daha çarpıladım. takvimim bana finale tam olarak yedi gün kaldığını söylüyor. tam olarak bir hafta: ya işkencenin bitmesine, ya şemsiyenin girmesine. "kalacaksın ya da geçeceksin ve de bir şekilde bitireceksin..." diye anlık bir şarkı çevirisi yaptı beynim, Hande Yener'in şarkısından, nedense...

böyle zamanlarda işte, gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. finale bir hafta kalmış. bardak, yani, tam yarı dolu, yarı boş. nasıl istiyorsan öyle çekip yorumluyorsun. yani bir tarafından bakıyorum; finale kalmış yedi gün... benim anatomi kitaplarının yarısı bile bitmemiş... anatomiyi bırak, komitelerin anatomi dışındaki konuları bile bitmemiş... biten kısmı bile bitmemiş; ezber sonuçları sıfıra sıfır, elde var sıfır... bunun bir de laboratuvar sınavı var... eviriyorum, çeviriyorum, bir hesap ediyorum... aha, diyorum, sıçtı Cafer bez getir. tam yedi gün kalmış oluyor, o zaman, otomatik şemsiyenin transvers kolonuma kadar girip içeride şak diye açılarak iki tur da dönmesine.

sonra diyorum ki; lan, kalacak bile olsam, en fazla iki hafta fazladan çekeceğim bunun çilesini... kalacak bile olsam bitiyor bak, buraya kadar... yaz gelecek, eve gideceğim, yatacağım şezlonga, havuz başında, elimde kitabım... olmadı sahile akacağım nehrin birine karışıp... ya da evde iki seksen yatacağım, kumda mayışan kertenkele gibi... nemli sıcakla tuz kokusunu da özlemişim zaten, mobilyaların yeşili beni katledecek burada; sarı sıcak memleketime döneceğim... anacığım da bana sarımsaklı yemek yapar, mis... hayat varmış be, derim... o zaman da işte tam yedi gün kalmış oluyor, işkencenin - neredeyse - bitmesine.

sonra tam bunları düşünürken aklıma geliveriyor; yahu, bunun  bir de bütünleme hikayesi vardı... haydaa! sanki bardağa bir katman da zeytinyağı eklemişim gibi, hurraaa, yine başlıyorum hesap yapmaya... dönem içi ortalamam tutuyor zaten; ulan kalırsam eğer büte... finalden geçemezmişim... eve de gidemem o zaman; iki hafta daha Ankara'da... cücük kadar tatilim vardı, gitti mi onun da yarısı... hadi finale kastım; ben hayatta büte çalışmam bu havada... yumurta kıça gelince çalışırım ama belki... böyle düşünceler geçiyor kafamdan.

sonra içimdeki şeytan, "amaaaaaaaaaaaaaaaann!!" diyor, "yedi ceddini satmışım üleyn bütün; finalden de kalırsam, kalayım arkadaş!" diye, tatil hayalleri kuruyor, falan... oradan melek bir Osmanlı tokadı patlatıyor şeytana; bu aralar Muhteşem Yüzyıl'dan moda, yumruklar değil tokatlar konuşuyor, dolayısıyla melekçiğim de artık savunmasız değil, daha zarif bir şiddet şekli olan tokadı kullanıyor, fırsattan istifade... şeytan kendine gelebildiğinde de, "ulan gavat!" diyor Adanalı şivesiyle - Adanalı melek de bir bende bulunur, herhalde! - şeytana tepeden tepeden bakarak, "ulan gavurun dölü! ulan beynini akrep sokacısa! ulan aklını it yiyesice! ne diyon lan sen; ne tatili, ne satması? sen kim oldun da kimin bütünü satıyon lan pezevenk!" diye bir temiz sövüyor... sonra şeytan boğa gibi toynaklarını yere sürtüp boynuzlarıyla meleğe saldırıyor; ama melek haresini kaptığı gibi uçup şeytanın yolundan çekiliyor, sonra o hare aslında Zeyna'nın halkalarındanmış, fırlatıyor şeytana, "tililililililili!!!" diye bağırıp... benim Adanalı melek de Zeyna çıktı bak... bence Zeyna da Adanalıydı zaten... neyse... meleğin haresi şeytanın kafasına isabet ediyor... boynuzlarından biri kırılınca şeytan daha da sinirleniyor, kükreyip dev bir boğa-ejderhaya dönüşüyor, ağzından alevler saçıyor, falan... ben de oturmuş onları izliyorum bu sırada, yaklaşık yarım saat boyunca... önümde özetler açık duruyor, göya çalışıyorum; ama ders yalan olmuş, tabii ki...

sonra bir bakıyorum, saat on olmuş! "daha yeni yediydi saat; bu kadar zaman nereye gitti?" sorusunu atıyorum ortaya; aldığım tek yanıt Panda'dan geliyor: "kapa çeneni Çaylak!"... e tabi, o da haklı. bu cümleyi yaklaşık bir haftadır günde iki öğün duymaktan sıkılmış olmalı. ayrıca biz bir başlayacak olursak - yine, yeni, yeniden - bu konuşmaya; o on-on iki arası çalışacak iki saati de muhabbetle yiyeceğiz; biliyoruz. ben de susup yeniden kara kara düşünmeye başlıyorum; ne ara bitecek bunca ders, diye. sonra yeniden aklıma geliyor; geçsem de kalsam da şafak yedi... tabi ceza yemezsek... başa sarıyorum; gülsem mi, ağlasam mı; bilemiyorum. 

22 Haziran 2011 Çarşamba

Doğum Günün Kutlu Olsun, Oppaaaa!!

ders çalışmayacağım ya? gene ne yapacağımı şaşırdım. Mego bir dakika kadar önce söyledi, bugün Jung Yong Hwa'cığımın doğum günüymüş. dedim bu blog da ona armağan olsun. zaten yapabileceğim ne var ki? pasta yapıp evine gidermişim, "oppaaa!!! seng-il çukka-hee!!" diye... apışır kalır herhalde. ben de Kore'de yaşıyorum ya! saçmalamanın sınırlarına vurdum gene... e madem başladım, tam olsun, bari oppacığımla geçmişimizi anlatayım.

Yong Hwa benim ilk aşkım olur. kendisi koreli olup deli manyak bir müzik yeteneğine sahiptir. C.N.Blue grubunun baş vokali ve rapper'ıdır ve aynı zamanda fena halde iyi ses taklidi yapar. aşık olduğum ilk koreli ünlü odur. aslında, kore akımına bu derece kapılmamı sağlayan sevgili insan da odur. onunla ilk olarak Mego'nun odasında, Neko'nun bilgisayarında, You're Beautiful dizisinin üçüncü ya da dördüncü bölümünde tanıştım. çok öne çıkan bir karakter değildi; ama ben yine de ona değişik bir çekimle bağlandım ve aynı gece onu rüyamda gördüm. kalktığımda belim ağrıyordu, dermişim... şaka len şaka! şimdi bir de inanan çıkarsa, o kötü. ama inat değil mi, silmeyeceğim onu oradan. neyse.

You're Beautiful ve Jung Yong Hwa sayesinde kpop ve kore dizileri dünyasına balıklama dalmış oldum. gerçi Neko ve Mego bu alanda bana çoktan birkaç tur bindirmiş olsa da kendi çapımda bir kore hayranıydım. tek dinlediğim müzik grubu Yong Hwa'nınkiydi, durup durup resimlerini indiriyordum, çevirip çevirip You're Beautiful izliyordum. hala da fazlasıyla komik, izlerim olsa; ama bir yerden sonra bayıyor, tabi.

oppamın üzerinden ne nehirler aktı şimdi. onun üzerine Kim Hyun Joong ve Park Jung Min geçti kalbimden, Lee Min Ho geçti, YunHo geçti, YooChun geçti... hiçbiri kalıcı olmadı, hiçbirini Yong Hwa kadar sevemedim, taa ki Full House'a kadar. orada Rain'le tanıştım işte. götlü ve göbekliydi; ama inkar edilemez bir biçimde sevimliydi. yüz milyon bir içim su koreliye oppamı satmamışken Rain gibi bir yamuğa bu kadar kapılmayı yediremeyip kendime, uzunca bir süre reddettim bu gerçeği. sonunda kabul ettim ve bir süre sonra yepyeni bir şey fark ettim: rain'i Yong Hwa'yı sevdiğim gibi sevmemiştim. ben onun şarkılarının bir kısmına ve ününe aşığım, şu durumda. onun da öyle bir şarkısı var zaten "do you love me or my fame" diye. her neyse. Yong Hwa oppamı ise her haliyle severim ben; şeker gibi, yanaklarını ısırsam karamel akacak gibi.

aslında kalbimden gelip geçen binlerce insanın yanında Kim Bum'un da bambaşka bir yeri var. hepsinden uzakta, hepsinden ayrı. onun hakkında hiçbir... "pis" düşünceye kapılmadım; bir kere bile. ürogenital işlerken bile. bunun ne demek olduğunu anlamak için bir tıpçı olmak lazım, tabi. genital bölge anatomisi çalışırken mor fonksiyonel anatomi kitabındaki bir cümleden başlayıp dönen muhabbetler odadan dışarı sızsa ne olur, hiç bilmiyorum, doğrusu. kendimden korktuğum ender anlardan biriydi. dur bir dakika; böyle bir yazıya bile anatomi nasıl bulaştı yaa? bu kadar içimize işlemiş. hayır, daha fazlasına izin vermeyeceğim! diyordum ki, Kim Bum'u küçük kardeşim gibi bile seviyor olabilirim. gelsin, yanaklarını sıkıp mıncıklayayım, ısırayım, saçını karıştırayım, boğuşalım falan... sonra gelsin, "unni, kızın biri canımı sıktı" desin, gidip ağzını dağıtayım Kim Bum'cuğumu üzen o kızın, falan... tamam, biraz şiddet içerikli bir hayal, ama şu aralar bir şeyleri kırıp dökesim var, benim bir suçum yok. öyle işte, öyle kardeşçil seviyorum ben Kim Bum'umu. telefonumun arka planında da şimdi çok şeker bir resmi var, baktıkça sırıtasım geliyor.

aklıma gelmişken, bilgisayar arka planımda da, oraya koyduğum günden beri, aynı Yong Hwa resmi duruyor. mavi ceketli, beyaz pantolonlu oppam kırmızı kiremitli bir çatıda oturmuş şeker şeker sırıtıyor. bilgisayarımı her açtığımda bana şeker şeker sırıtmasından asla bıkmıyorum. onu resmi oraya ilk koyduğumda oturup abartısız yarım saat, yüzümde anlamsız bir sırıtışla, ekranı izlemiştim. şimdi yüzüne bakarak "oppaaaa! seng-il çukka-hee!!" diyeceğim ve bu doğum günü hikayesi de burada bitecek. onun adı Yong Hwa. o benim ilk aşkım, oppam, rüyalarıma giren ilk adam, her boş anımda aklımı doldurmayı başarabilen tek kişi; ama benim yine de ders çalışmam lazım. malum, final bu, bekletmeye gelmez!

17 Haziran 2011 Cuma

Post-It

saçmalamak parayla değil elbet; ama final öncesi saçmalamanın da bir sınırı olmalı. sınava çalışılır, çalışılır da bu kadar mı çalışılır? daha 15 gün var sınava, daha post-it'leri çıkaralı dört gün oldu; ama duvarlar şimdiden bir rengarenk, bir şen şakrak... çalışıyoruz yani, boru değil! 


bu arkadaş, benim yatağın yanındaki duvar olur. o fişlerden biri buz dolabına ait, diğerine dörtlü piriz takılı. şu yakında olanlar eski post-itlerim; 400 sayfalık A4 fizyoloji notunun içinde buldum - bu sadece komite 2'nin fizyolojisi, bu arada, bu sene yedi komite vardı. bunun anatomisi var, histolojisi var, küçük dersleri var... bu konuda daha fazla yorumuma gerek yok, sanırsam. neyse. uzakta olan post-itler de nöroloji komitesinin anatomisinin binde biriyle ilgili. onlar öyle göründüğü kadar küçük bir alanı kaplamıyor bir kere, perspektif diye bir şey var!


bu arkadaş, Panda'nın yatağının yanındaki duvar olur. sağdaki bol pembeli kısım, komite 2 histoloji-embriyoloji olur. Panda'nın özel yeteneği; çok "özet" özet çıkarır. özetin özetinin özeti o duvarda her ne varsa. soldaki uzaktaki post-itler de birinci komite anatominin milyonda biri. finalde çıkması çok olası soruların bir kısmını yazıp yapıştırdık o duvara. tabi, o sıralar birlikte çalışıyorduk; sonra ben bir geride kaldım, Panda benden sıkıldı, kendi başına devam etti. hala Panda'nın beni bıraktığı yerdeyim. malumunuz, Çaylak'ın kendi isteğiyle anatomi çalıştığı görülmüş şey değildir, ille yumurtanın kıça dayanması lazım. yok, yalan değil! benim duvardaki nöroloji post-itleri istisna. anatomim gelmişti, kaçırmayayım dedim. zaten iki saat sürdü toplam; sonra sıkılıp bıraktım. 


bu arkadaş da benim masamın bu sabahki hali olur. duvarda görülen hoş beyaz alanlar var ya? artık yoklar. artık oralar da tamamen kardiyoloji fizyolojisinin post-itleriyle dolu. takvimimde kalan günler işaretli; az önce bir günü daha çarpıladım, moralim bozuldu... bu günler çok hızlı akıyor, bir sorun var bu işte! yok, diyeceğim, iki üç çarpı fazla burada; ama bakıyorum, tarih doğru... evet, çok sinir bozucu. neyse. o yukarıdaki aynanın yanında, evet, makyaj malzemeleri var. yakalanmışım, ne var? hiç uğraşasım gelmedi şimdi; iki saat aç photoshop'u, kes, düzelt, falan... kalsın, dedim, öyle. orada zaten güzel kitaplardan biri görünüyor, kıyamazdım kesmeye. o aynanın aynı rafında bir kalın kitap var ya? o işte "tıp terimleri el sözlüğü"... evet. EL sözlüğü. şaka yapmıyorum, vallahi bak! test kitabına benzeyen şeyler de gerçekten test kitabı; TUS hazırlık kitapları olur kendileri. TUSEM'den eşantiyon verdiler. böyle de reklam yaparım. sağda görünen spiralli yığın onlardan değil, ama. onlar benim notlarımın milyonda biri ve üç tane defterim. bu yığının üç katı yükseklikte bir not yığını raflarımın tepesinde var. bu yığınla aynı yükseklikte bir defter yığını bir üst rafta. buna anatomi atlasları ve kitapları dahil değil. bir ara onların da fotoğrafını çekerim. oradaki renkli kalemlerin de %90'ını kullanıyorum, evet; isterseniz dava edin. 

benim masamın benzeri bir tablo da Panda'nın masası çiziyor, aslında. onun da bir fotoğrafı var; ama onda Panda'nın ölmüşlüğü de yakalanmış; burada ifşa etmeyeyim şimdi. can güvenliğim söz konusu!

16 Haziran 2011 Perşembe

Haziran 16

haziran 16. Ankara'da sel olmuş. çökük olan her yer su dolmuş.

inanırım. akacağı yer yok ki! bizim altyapıların genel durumu da, malum. ama yazın ortasında sel olduğunu da ilk kez görüyorum. benim bildiğim, yaz dediğin boğuk ve sıcak bir mevsimdir, güneş yakar, nem boğar, esen rüzgar bile alev gibidir. bu ne iştir, ne hikmettir anlamadım ben. gerçi Çakma Sarı Çıyan "ben bir Ankaralı olarak hazirana asla yaz demedim" dediydi; ama beni sinir ettiği seviyeden sonra kendisini çok da ciddiye almadıydım. ben de bir mersinli olarak mayısa asla bahar demedim; benim için nisanın ortasından sonrası yazdır. dolayısıyla bu havayla nedense daha martmış gibi hissediyorum. Çıyan haklı mı çıktı yoksa le?

haberi de annemden aldım, daha yeni. Panda, Neko ve Mego dışarıdalar daha. ben dönerken sular bilek seviyesindeydi; sadece ayaklarımla battım suya. hayattalar mı diye Panda'yı aradığımda bana "dizime kadar ıslandım, hayattayım, daha fazla ıslanamam artık herhalde" dedi. durum vahim anlaşılan.

ama ben biliyordum. rüyamda gördüydüm. artık rüyamda geleceği gördüğüm zamanlar olduğuna inanıyorum.

rüyamda ayağımda dize kadar deri çizmeler vardı, su geçirmeyen cinsten. Mego bana tip tip bakıyordu. hava fena halde kapalıydı, yağmur yağacak gibi duruyordu. keşke şemsiye alsam, diyordum. dışarı da mektup atmak için çıkmışım rüyada, APS'yle iki mektubu da atmışım... sonra telefonumun USB bağlantı kablosuna baktım; kenarındaki plastik şeydeki etiket beyazdı - normalde Neko'nun kablosunu kullanıyorum, onun etiketi siyah. şimdilik hatırladığım bu kadar, oldukça hatırlıyorum rüyayı.

ayaklarım sırılsıklamken odaya dönme kararı aldığımda iki mektubumu da gerçekten APS'yle atmıştım. Neko'yu kendi haline bırakıp metroya doğru ilerlerken bir vodafone bayinin önünden geçtim. geçerken de düşündüm; otuz yerde arayıp Electro Worlds'de bile bulamadığım bağlantı kablosu acaba burada olabilir miydi? girdim içeri. sordum. karşıda bir adam kaldırdı başını baktı. soluk, doğal ten rengi olduğu belli bir esmerliği ve parlak yeşil gözleri vardı. o ilgilendi, baktı kablo var mı, diye. yoktu. "otuz elektronikçi dolaştım bulamadım, Electro Worlds'de de yok bu kablodan..." nerede bulabilirim, diyecektim ki adam araya daldı: "benim kablomu vereyim?" apıştım kaldım. o sırada çıkarmaya başlamıştı bile kabloyu. "ben nerede bulabilirim, diye soracaktım..." dedim, o kabloyu uzattı. bana da nerden geldiyse "hiç kullanmıyor musunuz siz?" dedim. başını iki yana salladı. "emin misini?" dedim. başını yukarı aşağı salladı. "hiç kullanmıyor musunuz, son kararınız mı?" dedim. "son kararım." deyip yine başını salladı ve kabloyu tekrar uzattı. ben kim oluyorum da almayacağım? aldım! ama sandım satıyor. yok, satmıyormuş. vermiş öyle! dünyada ne insanlar var, dedim... cidden, ne insanlar var! vaaaay, dedim, yol boyunca şaşırdım, botokslu gibi bir ifadeyle dolaştım muhtemelen yol boyu.

şimdi odamda aldım elime kabloyu, inceliyorum... Neko'nun kablosundan tek farkı, plastik yerin etiketinin beyaz olması... aynen rüyamdaki gibi. tesadüf deme, inanmam! valla inanmam lan!! kim oluyorsun da final dönemindeki bir tıpçının hayallerini yıkıyorsun sen! yok, tut dilini madem inanmıyorsun, inanmadığın sana kalsın! mazeretim var, asabiyim ben, o zaman!

neyse, ne diyordum ben? işler çok fena karıştı, dur ya, asıl muhabbet neydi? ha evet, yağmur... öf, zaten üç saattir yağıp duruyor, daha fazla konuşursam artık yağmur kusacağım galiba!

ne kadar asabiyim bugün ben yaa? biri beni durdurmalı! ya da ben gidip anatomi çalışmalıyım; beni anca nöro paklar... 

12 Haziran 2011 Pazar

Tam Bir Hiç

az önce tuvaletten geldiğimde Panda'yı yatağın içinde buldum. klasik "hey banana, watcha doin'" repliğimi söylediğimde aldığım cevap şuydu: "bir hiç. tam bir hiç." şu anda yaklaşık yarım saattir bir hiç yapmaya devam ediyor. üzerine yorganın yarısını almış, tavana bakıyor, duvarlara bakıyor, alnındaki sivilcelerin kabuklarını soyuyor ve gerçekten hiçbir şey yapmadan yatıyor. muhtemelen düşünmüyor bile.

siz hiç "hiç" yaptınız mı? "hiç" yapmak, aslında biri sana "napıyosun" dediğinde "hiiiiiç!" diye melodik bir şekilde uzatılarak verilen cevaptan fazlasıymış. tıp denen bu tuhaf oluşumun hayatıma bir katkısı daha. artık "hiç" yapmayı gerçekten başarabilmenin yanında, ihtiyaç duyuyorum buna.

"hiç" yapmak, yani gerçekten, gerçek anlamıyla "hiç" yapmak, çok zor bir iştir aslında. bir gün koltuğa uzanıp tavana boş boş bakmayı deneyin. uyumayacaksınız. tavandaki benekleri saymayacaksınız. düşünmeyeceksiniz; en ufak şey bile olmaz. ya da odanın yapısını ezberlemeyeceksiniz. karşıdaki resmi incelemeyeceksiniz. televizyon açık olmayacak. göz kırpmaktan başka bir kıpırdanış belirtisi göstermeyeceksiniz. müzik dinlemeyeceksiniz, mırıldanmayacaksınız, kafanızda hiçbir iç ses ya da müzik olmayacak. bir "hiç" yapmak, böyle bir şeydir.

bunun uykudan daha dinlendirici bir şey olduğunu söylediğimde çoğu kişi bana inanmıyor. peki ben en son ne öğrendim? bu "hiç" denen şey, meditasyonun en üst aşamasıymış. pro meditatörler (ne biçim bir tabir lan bu?) bu seviyeye ulaşmak için yıllarca düzenli olarak meditasyon yapıyorlarmış. zihnini eğitmekmiş bu; bunun için uğraşıyorlarmış. yani tam bir "hiç" yapmak, meditasyonun nirvanasıymış... ne uğraşıyorlar, anlamıyorum. geçeceksin karşılarına; başlayacaksın konuşmaya: "işiniz gücünüz mü yok, abicim?" diyeceksin, "gel iki hafta tıp oku; hiç uğraşmana gerek kalmadan ulaşacaksın nirvanaya! vallahi bak! garantili yöntem! gel iki hafta benim yerime geç, o kadar dersi sen çalış, sen ezberle; sonra en az on saat "hiç" yapmazsan şerefsizim! ben senin yerine meditasyon yaparım. eğitirim ben zihnimi. zor iş o, hiç uğraşma sen, gel yer değişelim..."

diyorum ya, işi gücü yok bunların da işlerini biliyorlar. "hiç" yapmak kadar rahatlatıcı bir şey yok dünyada. çok hoş, boş, duygusuz, hissiz, zaman kavramından uzakta bir şey bu. bu kadar yoğun çalışmanın stresini, zihinsel yorgunluğunu alabilen tek şey, muhtemelen, bu. tavsiye edilir. kestirmesini de söyledim işte: 300 sayfalık A4 baskı bir kitap alınır ve bir hafta içinde kitaptaki her şey tamamen ezber edilmeye çalışılır. haftanın ortalarına doğru zihin kendi kendine, bir çalıştırmaya ihtiyaç duymaksızın "hiç" yapmaya başlayacaktır.

geçen gün oturdum yatağımın üstüne, bağdaş kurup sırtımı duvara(aramızda bir yastık vardı) verdim ve odanın ortasında gerili ipe asılmış bir bluzu boş boş izlemeye başladım. önümden birkaç sinek geçti, bir süre sağa sola kıvrıldıktan sonra pencereden çıktılar, sanırım. ben bluzu izlemeye devam ettim. kısa bir süre sonra aklımdan bir düşünce geçti: "haftaya da komite var, kalkıp ders çalışayım." diye. saate baktım. ben oraya oturduğumdan beri iki saat geçmişti.

diyorum ya, erdim ben...

11 Haziran 2011 Cumartesi

Kısır Döngü

ben de diyorum neden uykum geldi... saat neredeyse iki olmuş; nasıl gelmesin? uykunun suçu ne? o zaman uyumalı mı uyumamalı mı? yatak her zaman bu kadar çekici mi görünür, yoksa bu uykunun yarattığı bir illüzyon mu? tepemdeki flüoresan lamba her zaman bu kadar parlak mıydı? kafam, neden kaşınıyorsun? dizim, sen neden kaşınıyorsun, kafama mı özendin? bu sandalye her zaman bu kadar rahatsız mıydı? beynim şu anda kaç kilo çekiyordur? baş her zaman bu kadar ağır bir şey mi, yoksa ağırlık göreceli bir kavram olabilir mi? biyokimyayı satsam ne olur acaba, yoksa sadece özetten mi okusam? bugün de babamdan hediye aldım telkare, ne güzel şeydi o öyle... acaba kaça almıştır? ne rüya göreceğim acaba? parmaklarımdaki baloncuğa benzeyen su dolu oluşumların inmesi ne kadar sürer? buz dolabının üstündeki yaratık finale kadar evrimleşir mi? karnım mı acıkmış? acıkmamış mı? yemesem daha iyi mi olur? dişimi fırçalasam mı, yoksa üşenip sabah fırçalamakla mı yetinsem? yatsam mı? uykum mu gelmiş benim? saat kaç ki? ben de diyorum neden uykum geldi... saat neredeyse iki olmuş; nasıl gelmesin? uykunun suçu ne? o zaman uyumalı mı uyumamalı mı?

10 Haziran 2011 Cuma

Ders Çalışasım Kaçarsa...

insanın bu kadar mı ders çalışası gelmez yaa? hepi topu yirmi sayfa ders çalıştım sabahtan beri; şimdi hiç devam edesim gelmiyor. hayır, deli gibi de mola verdim ders çalışırken, halbuki! bu kadar mı kötüyüm yani şu saatte ders çalışmakta? karnım mı acıktı acaba? ve işte bu da, ders çalışırken neden kilo alınır sorusunun açık ve net yanıtıdır. 


yarım saattir oyalanıp duruyorum; ne işim varsa! bilgisayarı açıyorum, face'e bakıyorum, maillerimi kontrol ediyorum - ki asla yeni bir şey gelmemiş oluyor. deviantArt'taki mesajlarıma bakıyorum. düzenli gezdiğim sitelere bakıyorum. belki gecenin bu saatinde yeni bir şey gelir diye Zaytung'a bakıyorum. BloG yazıyorum, şekil 1-a... nedense hiç elim varmıyor şu son yedi sayfayı çalışmaya!


saçmalamaya bile başladım. kulağıma müzik taktım çalışıyormuş gibi yapıyorum, bir yandan oturduğum yerden danslar geliştiriyorum, falan... ya da korece şarkıya eşlik ediyorum, ne bileyim, öyle şeyler işte!


tuvalette geçirdiğim zaman da beni öldürecek, az kaldı. hiçbir şeyden değilse, metan zehirlenmesinden öleceğim! oturuyorum oraya; aklımdan geçenlerin sınırı yok yemin ediyorum. baktım düşünecek şey bulamıyorum, bacağımdaki dönükleri çıkarıyorum, falan... bir dakika, kızların bacaklarında kıl olmadığını sanan yoktur, değil mi? öyleyse de süpriz bozuldu artık... yaa, böyle şeyler oluyor işte sıkıntıdan! 


öleceğim yaa, gerçekten, hiç mi oturamaz bir insan şu dersin başına? yedi sayfa, sonra yatacağım; ama yok anacığım, şu tuşlardan ayrılmaya da gönlüm yok hiç, şu bilgisayarın kapağını kapatmaya da varmıyor elim. ne aptal iştir bu yaa? biri beni bir dürtse ya kıçımdan; belki oturabilirim, bitirebilirim... hadi, bir cesaret? bakalım sonuç ne olacak...

8 Haziran 2011 Çarşamba

Neden Hala Sapım?

yemin ediyorum, şu erkeklerin hiçbirinde gram akıl yok. hepsinin IQ'sunu toplayıp bir kefeye koysak 100 gram çekmez. hani diyor ya şu fıkrada "erkeklerde beyin nadir bulunan bir şey" diye... bence beyinli erkeklerin soyu tükeneli yıl olmuş! şu mükemmel sevgili profilimle hala ve ezelden beri sap olmam bunun en açık ve en seçik kanıtı değil midir?

aradım, sordum; erkeklerin kızlarda en çok şikayet ettiği şeyleri kendi çapımda becerebildiğim kadar öğrendim. bakıyorum; bunlardan bir tanesi bende varsa ben de en adi şerefsizim. neden kimse hala beni keşfetmiyor? bu sorunun cevabını ilerleyen dakikalarda, yazarak düşüncelerimi toplarken keşfedebileceğime inanmak istiyorum. 

bir kere güzelim, abicim. megoloman değilimdir; ama doğruya doğru şimdi, güzelim, cidden! abartmıyorum, valla bak! ne burnum büyük, ne ağzım yamuk, ne gözüm fare gözü gibi... yüzümün şekli, tenim, sivilce ve makyaj miktarım... kesinlikle orta derecenin üstüne çıkacak kadar güzelim. boyum o kadar uzun değil; ama son zamanlardaki topuklu giyme çabalarımla bu farkı da yakında kapatacağım. sınav dönemi bir miktar aldığım kilolar dışında fiziksel bir kusurum da yok. uzun bacaklıyım, belim ince, göğsüm de erkek göğsü gibi değil, yani fiziğim de aslında gayet uygun, gayet güzel... çok paspal da giyinmiyorum, suratsız da değilim... gerçekten sevilesi bir kızım aslında yani, fiziksel açıdan bakarsak. çok gösterişli değilim; ama anladığım kadarıyla erkekler çok gösterişli kızlardan hoşlanmıyormuş zaten. belki de beni teselli etmek için öyle söylemişlerdir; oyuna mı geldim, bilemiyorum. 

sonra düşünüyorum,  bir sevgilim olsa nasıl olurdum, diye... bir kere her sabah "güünaaaydıııın!" diye mesajlarla cıvıldayan sevgili istemem; bir süre sonra patlarım. o ne öyle yaa; sabah sabah benim işim gücüm yok, mis uykumdan senin mesajınla uyanacağım, ifrit olacağım... hiç gereği yok böyle şeylerin. ya da "geçen gün beni neden üç değil de iki kere aradın?" demeyecek kadar mantıklı bir insan olduğuma inanıyorum. eğer bir adam beni günde üç öğün aramaya başladıysa "işin gücün mü yok oğlum; git dersine falan çalış!" cevabını alabilir. annem bile beni günde bir kere anca arayabiliyor; senin ne haddine? defol git kardeşim, işin mi yok bana yılışıyorsun! yerli yersiz mesajmış, aramaymış... sıkıştırmaya gelemem ben öyle. 

sonracığıma... her ne kadar aşık da olsan, çıkıyor da olsan "benim o" falan diye sahiplensen de; bir sevgilinin karışamayacağın şeyleri vardır. mesela, lise arkadaşlarıyla geçirdiği zamana karışamazsın. sen meşgulken gezdiğine karışamazsın. akşam rüyasında Angelina Jolie'nin taş hallerini görüyorsa, gene karışamazsın. bunlar "ya kız çok sıkıyor"a girer. mesela hiçbir erkek bana "şu arkadaşını sevmedim, sen de artık görüşme" diyemiyorsa (ki derse de alacağı cevap bellidir, "madem sevmedin, sen görüşmek zorunda değilsin" derim) ben de ona karışamam. ha neye karışırsın? lisedeki eski sevgilisiyle yalnız görüşmesine karışırsın. birlikte gitmek istediğiniz yerlere tek başına gitmesine karışırsın. e bu kadarı da olmalı bence, bir zahmet! yoksa sevgili olmanın özelliği ne, ne farkı kaldı bunun kankalıktan?
bir de, ne diyorlar, erkekler esprisine gülen kız severmiş. dünyada benden çok gülen yoktur herhalde. ota boka gülerim; babam sağ olsun, soğuk esprilere daha da çok gülerim. gayet sırıtkan, enerjik ve mutlu bir kızımdır; övünmek gibi olmasın. 

ayrıca her konu başlığı hakkında bir miktar bilgim vardır, merakımdan; dolayısıyla herhangi bir sohbet sırasında öküzün trene baktığı gibi bakmam. uçak kazalarına, felaket senaryolarına, makinelere ve işleyiş şekillerine özel bir ilgim var. korku/gerilim filmlerinde gülerim. kanlı işkenceli sahnelerden nefret ederim, o kadar ki midem kalkar; ama tıp okuyorum, bu da hoş bir tezattır. spora da ilgim var; hiçbir oyunu da sevemedim amerikan futbolunu sevdiğim kadar. futbolda "ofsayt"ın ne demek olduğunu bilen sanırım az sayıda kızdan biriyim - her ne kadar öyle bir kuralın neden var olduğunu hala anlayamasam da. ne işe yarıyor, sahi? kaleci için adil olsun falan diye mi? 

neyse. ne diyordum? hah. yeterince zekiyim, abuk subuk aptallıklar yapmam; ama abuk subuk sivrilmem de öyle. sakızı ağzımı açıp cak cak çiğnemem. kelimeleri yuta yuta, ağzımı yamulta yamulta konuşmam, duyduğum kadarıyla buna da sinir oluyorlarmış, ne kadar doğru bilemedim; ama ben şahsen öyle kızlardan nefret ettiğim kadar bir tek hamam böceklerinden nefret ediyorum, herhalde. 

ha evet, bir de bu var. çok büyük değilse böcekten korkmam, zehirli olmadığını biliyorsam yılandan korkmam, güve gördüm diye çığlık atmam. sadece hamam böceği gördüm mü kafayı yerim. ağaca tırmanmayı hala severim; ama tırmanacak uygun ağaç bulmakta zorlanıyorum son zamanlarda. üstüm toz oldu, diye ortalığı yıkmam. elim tozlandıysa çırparım geçer; yıkayana kadar ağzıma götürmediğim sürece bir sorun yok, su var sabun var. sağlam bir kızım, bir yerimi çizdim diye iki saat mızıldanmam. tanışma yıl dönümüymüş, yüzüncü günmüş; ben hatırlamayacağım için sevgilimden de hatırlamasını beklemem, hatırlarsa süpriz olur. doğum günümü bilse, bir de yıl dönümü kutlasa yeter, artar bile. hediye alınması kolay bir insanım; küçük bir gümüş kolyeye ya da bir dolma kaleme(gerçekten dolma ama, o tüplülerden değil) fena halde tavım. 

her çeşit müzik severim, her ortama ayak uydururum. metal konserinde kafa sallayıp ertesi gün rakı meze eşliğinde arabesk söyleyip "of uleynn!" diye naralar atabilirim. uykusuzsam, hastaysam veya başım ağrıyorsa ruhsuzumdur; bunun dışında huysuzluk yapıyorsam kesin az önce biri beni uyuz etmiştir. gereksiz huylarım yoktur. trip atmayı da, atanı da sevmem. çok sinir olduysam suratına açık ve net söylerim. uygunsuz yerlerde kavga etmem, susmayı tercih ederim; daha uygun mekanlarda sövmek hoşuma gider. bence intikam, sadece bir oyunken güzeldir ve en iyi hali, yüzünde bir gülümsemeyle servis edilendir. 

bakayım? şimdi en baştan okuyorum, gerçekten ideal kız tiplemesine o kadar yakınım ki! çok kolay bir kızım. sadece ilk hamleyi asla ben yapmam, karşımdakinden beklerim, çekingen davranırım; ama sanırım böyle olmayan kız bulmak için de önceki hayatlarının hepsinde dünyayı kurtarmış olması lazımdır insanın. 

peki biri bana açıklayabilir mi, ben neden hala sapım? çok mu "arkadaş" olarak görülüyorum insanlar arasında? "bu kızın kesin bir sahibi vardır" falan diye mi pas geçiyorlar yoksa, acaba? n'apsam, boynuma "sevgili aranıyor" diye tabela mı assam? işe yarar mı ki? denemek lazım... 

7 Haziran 2011 Salı

Aşkım Artık Beni Aramasan, Olmaz Mı?

iki sabahtır yılışık sevgilimin aramalarıyla güzelim uykumdan uyanmaktan bana bay geldi. gözlerimin altında morluklar var. uyku düzenimi bilip bilmeden arayıp duruyor; ben ezanı duymadan yatıyor muyum da, sen beni hangi cesaretle sabah 10'da arayıp uyandırıyorsun?? neyse, bunu da boşayacağım bir gün gelecek. 


önceki sevgilimle aramız ne kadar iyiydi oysa ki! ne arayıp yorardı, ne çok sık mesaj atardı... sekizinci sınıftan beri gayet mutluyduk biz onunla. gayet iyi, gayet işe yarardı. iyi ki ilgisizlikten bir şikayet ettik! gelen gideni aratırmış, derler ya... bu yenisi pek bir nazlı, pek bir yapışkan. yüzsüz; suratına kapatıyorum, ertesi sabah gene arıyor. her gün en az üç mesaj atmazsa içi rahat etmiyor. sıkıldım artık. geri Turkcell'e geçeceğim, o olacak!


ya, siz ne sanmıştınız? bende sevgili ne gezer? tek mesaj atanlarım hatlarım. TCell o konuda çok iyiydi. ben de şahsen tarifemden oldukça memnundum. ama avea'nın fırsatları daha bir iyi gibiydi. evden ayrılıp farklı şehirlerde yurtta kalmaya başlayalı faturaları iyice azmıştı annemin. biz de uyduk babamın sözüne, geçtik aveaya. 


şimdi her gün üç mesaj geliyor en az aveadan. mesaj kutum ağzına kadar dolu; utanmasa taşacak ve tabii ki hepsi çok sevgili aşkım operatörümden. aaa, başkasından olur mu hiç? belki araya bir iki tane arkadaşlardan sıkışmıştır. 


yaklaşık bir haftadır da aveanın şu 444'lü müşteri hizmetlerinin aramaları sıklaşmıştı. artık tanıyoruz, açmadan kapatıyoruz. tabi canım, taktik geliştirdik biz de! olsun o kadar. tabi adamlar bu taktiği de çok çabuk keşfetti. dün sabah 10'da aradılar; 12'de kalkacağım da yedi saat uyumuş olacağım, öyle hesaplıyorum. neyse, numara tanıdık değil, bildiğin cep numarası. boğazımı temizleyip açtım. 


"iyi günler, ben Avea Müşteri Hizmetleri'nden arıyorum. bu hat Baba Çaylak adına kayıtlı, şu anda siz mi kullanıyorsunuz?" dedi, şu sesi telefonda iyi çıkan adamlardan bir tanesi. şaşırdım,, boş bulundum "evet" dedim. adımı sordu, söyledim. sanıyorum kayıt falan edecek... "Çaylak Hanım, size özel fırsatlardan, bilgilendirme, falan feşmekan..." diye aldı sazı eline adam... müsait miymişim... "değilim!" dedim. "ama çok kısa bir bilgilendirme o zaman..." falan diye uzatmaları oynadı benimle... "yok istemiyorum." dedim. "sesinizi çok net alamıyorum şu anda." dedi. bende film koptu, belli etmedim. "gerek de yok zaten, şu anki durumumdan memnunum, değiştirmek istemiyorum!" dedim. tam kapatacağım, "ne zaman müsait olursunuz?" diye atladı. "olmam! iyi günler!" dedim; eğer o sırada ettiğim beddualar tutsaydı, şu anda o adamın bir parçası bile bulunamıyor olurdu. 


ancak ne yazık ki o kadar şanslı olamadım ve aynı adam, aynı numaradan bu sabah yine aradı. hattın sahibi Baba Çaylak'la görüşmek istediğini söyledi direk. benim cinler tepeme çıktı. "hayır, görüşemezsiniz; bu hattı şu anda ben kullanıyorum ve tarifemden de memnunum! beni bir daha aramayın!" diyerek tek kelime daha ettirmeden suratına kapattım telefonu adamın. gene sabah sabah sinirimi bozdu. benim yılışık, yavşak, yapışık sevgilim.. 


bu sabah, dünkü ve bugünkü numaraların aynı olduğunu keşfettiğim andan beri, beni iki sabahtır alarmımdan bir saat önce uyandırmayı başaran o lanet numara kara listemde ve engelli. eğer bir kere daha aranırsam müşteri hizmetleri tarafından, ya bu hattı kıracağım, ya geri TCell'e taşınacağım, ya da sayıp söveceğim inatla beni arayan o adama ki bir tıpçı olarak eminim ki saydığım hiçbir küfür hoş olmayacak. aslında, çok yaratıcı da olabilir, bilemiyorum; ne açıdan bakıldığına bağlı.


sesimi çok net alamıyormuş... güzel bahane. bir dahaki sefere anlamak istemediğim bir şey söylediğinde birisi, bunu kesin kullanacağım. 

5 Haziran 2011 Pazar

Sınav Öncesi Odaları

pasaklılığın dibine vurmak neymiş, ben üniversitede öğrendim. aile yanında yaşarken asla edinemeyeceğiniz bir deneyimdir bu; kendi evinizde de olmaz, mümkün değildir. sadece yurt odasına özgü, normalde sınav önceleri görülen bir pisliktir ve başka yerlerde görüldüğü anda tiksinilirken, yurt odasında gayet normaldir. oda,o haliyle, utanmazca insanların ziyaretine açılır ve hiçbir misafir odanın korkunç derecede pis olduğu gerçeğinden gocunmaz. oda sahipleri hala odaya girerken terlik değiştiriyorsa; bu, dışarıyı odanın pisliğinden koruma niyetindendir. oda sahipleri çevreci olabilir; ama bu odanın temiz olacağı anlamına gelmez. 


masaların üstünde kullanılan kısımların tozu alınır; yukarıdaki depo kısımlara dokunulmaz, özenle sanatsal bir eskime sürecine maruz bırakılırlar ve o kısmın tozları alınmaz. küçük boy buzdolabının üstü kirli bardaklar, şişeler, tabak, çanak, kaşık, çatal, bitmiş süt kutusu, ıslak mendil paketi, kettle, kahve, krema, abur cubur paketi, ekmek kırıntısı, bitmiş zeytin ezmesi kavanozu gibi şeyler tarafından tamamen işgal edilmiştir. 


bulaşıklar asla yıkanmaz. oda sakinleri durup durup birbirlerine "bulaşık yıkasak ya.." derler, ama bu fikir asla hayata geçirilmez. bulaşık yemekten önce yıkanır; zira odanın o anki durumunda böylesi çok daha steril ve oda sakinlerinin sağlığı açısından çok daha hayırlı olacaktır. bulaşığın yıkanmama kaderine çamaşırlar da maruz kalır. oda sakinlerinden biri bir gün banyodan çıktığında giyecek don bulamayana kadar çamaşır yıkanmaz. hatta belki o zaman bile yıkanmayabilir; donu biten oda sakini en temiz donlarını hazır banyodayken yıkayıp kurutarak bir süre daha idare edebilir; neyse ki bu yöntem çok sık tercih edilmez. 


odanın bir köşesinde asılı en az üç dolu çöp poşeti bulunur. genel çöp toplama yeri aslında on metre uzakta, tuvaletin oradadır; ama o çöpler artık odanın bir parçası olduğundan atılmaz, atılamaz. oda sakini dersten sıkılıp oyalanacak iş aramaya başlayana kadar o poşetler odanın bir köşesinde dekorasyon ve oda kokusu niyetine durmaya devam eder. bazen bu çöp egemenliği çok güçlenir ve çöpler odanın tamamını işgal etmeye karar verir. masasının üstünde, bilgisayarının yanında, ders notlarının arasında abur cubur paketi görmekten bıkan, deliren, çıldıran oda sakini etrafta bulduğu çöpleri kaptığı gibi poşetlerin topuna da tekmeyi basar; ender görülen bir durumdur, istisnadır, kaideyi bozmaz. ayrıca çöp kutuları, poşet olmadıklarından, bu duruma dahil değildir. sınav öncesi bir çöp kutusu dokunulmazdır; hiçbir ahval ve şeraitte boşaltılamaz. 


yerler, odanın kendisinden ayrı bir organizma halinde hayatına devam etmektedir. sınavın sonuna kadar yerden mümkün olduğunca uzak durulması, oda sakinleri için hayırlı olacaktır. zira o yerin üzerinde ne çeşit organizmaların yaşadığını bir yer bir Allah bilir. yatakların altınaysa mümkünse hiçbir şartta bakılmamalıdır, şayet bakılırsa saç, toz, çöp, şişe ve düşürülmüş tokalardan oluşan bir yatak altı canavarı aşağıdan uzanıp kendisine bakan oda sakinini yemek suretiyle bir kaos ortamı yaratabilir. bir sınav öncesi odasında yatak altı canavarları, ne kadar mümkünse o kadar canlı, o kadar gerçektir, vardır, inanınız. 


oda sakininin dağınıklık seviyesine göre  masayı işgal etmiş peçete, kağıt ve kalem parçaları, yatağı işgal etmiş kıyafet, çanta ve iç çamaşırları da görmek mümkündür, şaşırılmamalıdır. eğer bir sınav öncesi dolabı açılırsa; muhtemelen çabuk hazırlanabilecek yiyecekler, bol miktarda abur cubur, kafeinli ve şekerli soğuk içecekler, uygun miktarda ilaç(ağrı kesici, bulantı ilacı, vs...), yeterli miktarda çikolata, depo süt ve eser miktarda meyveyle karşılaşılır. uygundur, lazımdır. ekmek ve bisküviler muhtemelen bir çekmecede veya rafta saklanmaktadır, buzdolabında aranmamalıdır. 


bu mükemmel şartlar altında, hiçbir şeyi umursamadan sınavına hazırlanan oda sakininin de davranışlarını hoş görmek lazımdır. hele hazırlanılan sınav bir finalse ya da tek ders finali kadar ağır bir sene içi sınavsa, oda sakini notlarını okurken durduk yere gülmeye, ağlamaya veya kızıp bağırarak söylenmeye başlayabilir; olağan bir durumdur, görülebilir. ilerleyen zamanlarda sebepsiz ve müziksiz bir şekilde göbek atmaya başlayan oda sakininin yapacağı diğer normal olmayan hareketler de hoş görülmeli, yok sayılmalıdır.


tabii ki bu anlattıklarımın hepsi gerçektir, yaşanmıştır, mümkün ve olan olaylardır. hafife almayınız. ayı oynatmıyoruz biz de burada!