31 Mayıs 2011 Salı

Alarmlardan Nefret Nefret Nefret Ediyorum!

kendime bunu yapmak zorundaydım, değil mi? bir on saniye daha geç çalsa olmuyordu alarmım! gördüğüm ilk "iyi Rain" içerikli rüyamın ortasındaydım, çok kritik bir yerdi, ne olacağını çok merak ediyordum ve ZIRRRRRRRRRRRRRR!!! her şey "puff!" diye uçtu, kayboldu, bitti, gitti. o rüyanın devamında ne olduğunu asla bilemeyeceğim. depresyona mı girsem acaba? 


başını hatırlamıyorum, tabii ki, ama rüyanın kendisi fena halde ilginçti. yine Rain'den eğitim alıyordum ben; ama aldığım eğitimin teması çok ilginçti. bir menajerlik şirketi aracılığıyla oluyordu bu olay, ve her şeyi bilmem gerekiyordu: dövüş sanatları, silah kullanma vesaire de dahil olmak üzere. katil olsam olurdum yani. belki de aksiyon içerikli bir filmde de oynayabilmem içindir, bilmiyorum. 


şirketin başkanı bir ara beni Amerika'ya göndermeye karar veriyordu. ben gitmek istemiyordum galiba. sonra bir test gibi bir şeye giriyordum, bir ton ayrı kısmı vardı ve alışveriş merkezi gibi bir yerde geçiyordu. en son kısmında karanlık falan bir şeyler vardı, sınavı tam hatırlamıyorum, galiba birini bulmam gerekiyordu ışıklar yanınca. yandığı zaman da direk buluyordum zaten; ama galiba istedikleri kadar hızlı mı olmuyordu, yanlış kişiyi mi buluyordum, bilmiyorum, bir sorun oluyordu işte. 


diğer bütün kısımlarda çok mükemmel olmama rağmen o son hatamdan dolayı 70 gibi bir puan veriyorlardı; başarılı sayılmam içinse en az 90 puan falan almam gerekiyordu. beni izleyen ve puan veren adamın yanında Rain de vardı. bir kızıyordu "diğer her şeyde mükemmeldi, bu puanlama adil değil, kafana göre puan veremezsin" falan diye, kıyametleri koparıyordu; ama bir fark olmuyordu. bir hışım aşağı iniyordu, ben de ürkek ürkek arkasından koşturuyordum. merkezin önündeki insanlar bir anda "oooo, Raiinn...." diye izlemeye başlıyorlardı, çoğu kadın olan bir kalabalıktılar. onların arasından geçip arabasına gidiyordu, ben de arkasından gidiyordum. siyah arabanın bagajından bir mont çıkarıp bana atıyordu, sonra yardımcısı geliyordu. o da basıp gidiyordu yardımcısı gelince. 


yardımcısı orta yaşlı bir adamdı. "bu ne?" diyordum, montu gösterip. "sırada motor çalışmalarınız vardı. normalde bunu onunla çalışmak için iki haftanız olacaktı en az; ama şimdi yarın gitmeniz gerekiyor. benimle çalışacaksınız." diyordu. ben elimde montla Rain'in gittiği yöne doğru bakıyordum boş boş. 


sonraki sahnede havaalanı gibi bir yerdeydik. ben bir tarafa doğru giderken Rain ve arkasındaki üç kişi yürüyen merdivenden iniyorlardı. Rain güneş gözlüğü takıyordu. beni yoksaydı yanımdan geçerken; ama arkasındakilerden biri yardımcısı, motor çalıştığım adamdı. o iki elini kaldırdı, ben de iki elimle çaktım yanından geçerken, sonra arkamı dönüp Rain'in gidişini izledim, üzülerek. Rain'in de biz çalışırken hep böyle yaptığını hatırladım; ben bir şeyi iyi yapabildiğim zaman iki elini kaldırıyordu, ben de çakıyordum. gitmeyi gerçekten istemediğimi fark ettim o sırada. 


sonraki sahnede Başkan'la konuşuyordum. başkan kadındı; geniş, gümüş rengi bir koltukta yayılmış, bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. içinde olduğumuz geniş bir salon gibi bir yerdi; bir gökdelenin en üst katlarından birindeydi ve bir duvarı sırf camdı. anladığım kadarıyla eğer ben gelip kalmak istersem beni göndermeyecekmiş zaten, plan buymuş. ben rahatlıyordum, teşekkür ediyordum. akşam olmuş; o şöförünü bekliyordu, ben de Rain'in yardımcısını beklemeye başlıyordum, o gelip beni alacaktı. biraz bekledik, geç kaldılar, Başkan aradı, "trafik var, yakında varacağız" yanıtını aldı.


biz beklerken, neden bilmiyorum, Rain geldi. benim gitmiş olmam gerekiyormuş. şaşırdı, "sen neden buradasın?" dedi bana. "bu adam gelip beni alacak, onu bekliyorum, özür dilerim rahatsızlık verdiğim için..." dedim, ucuna oturduğum koltuktan kalkıp camın kenarına geçtim. benim kalktığım yere yayıldı, huysuz bir yüz ifadesiyle. neden bu kadar kızdığını bilmiyorum, ama bana kızdığını biliyorum, bu yüzden üzgündüm. 


sonra bir şey oldu, galiba odaya biri daha geldi, biz tartışmaya mı başladık o gelen kişiyle, bir gerginlik oldu. biraz sonra Rain "durun, durun!" dedi, bir sessizlik oldu o kişiyle ben ona bakarken. bize döndü. "sanırım geldiler. gidelim." dedi. o sıradan bana dank etti: eğer beni Rain'in yardımcısı alacaksa, yardımcısı Rain'in arabasını kullanıyorsa, Rain'in genel olarak kullandığı bir siyah arabası varsa ve Rain de buradaysa, biz aynı yere gidiyoruz, aynı arabayla gidiyoruz. tam Rain geniş adımlarla yürüyüp Başkan'ın odasından çıkıyordu, ben de arkasından koşturuyordum, alarmım çaldı. 


şimdi haksız mıyım alarmlardan nefret etmekte ben? merak ediyorum işte sabahtan beri; ne oldu? Rain neden bana kızgındı? barışacak mıyız? neden rüyada "yeniden bana gülümseyecek mi?" diye düşünüyordum? neden birden beni yoksaydığında canım yanıyordu? rüyamda bile bu kadar aşık olacak kadar hayranı mıyım ben bu adamın? bu Başkan kim, bu tam olarak ne şirketi? ben ne için eğitiliyordum böyle? Rain de ünlüydü ama bildiğimiz Rain gibi değildi sanki; Rain tam olarak neydi? nasıl devam edecek bu rüya? bari bir finiş yapaydık yahu, hatırlamasam da olurdu yani bu rüyayı ama en azından mutlu ve huzurlu uyanırdım, de mi? "ayy, çok güzel bir rüya gördüm ama hiç hatırlamıyorum, sadece çok güzel olduğunu hatırlıyorum..."diye sırıtırdım ortalıkta... mis!!


neyse, biraz kafamda evirip çevirip kurayım, bunun devamını uydurur yazarım kendi çapımda yaa... iyi iyi, tuttum ben bu fikri. en azından bir sonum olur, doğru ya da yanlış.

Shin Woo - Because I'm a Fool

maybe because I’m a fool
it’s okay even when I got hurt
even when others say it is useless love
it doesn’t matter because I’m a fool
I was nice to you because I wanted to
I was happy for just that, if you smiled for just once
I’m happy with just your smile

Until the day when her love will come
I will just stay next to her like this
Since it’s a happy love, for me just giving
I don’t want anything else from her
I will be there whenever you reach out
I will be there whenever you call out
Without a change I will be there
Because I love you!

Because it was the love you chose
Even the pain was happiness
If you look back least once
I’m happy just for that

Until the day when her love will come
I will just stay next to her like this
Since it’s a happy love, for me just giving
I don’t want anything else from her
I will be there whenever you reach out
I will be there whenever you call out
Without a change I will be there
Because I love you!

Until the day you meet that person to protect you instead of me
For a while I will stay next to you
Because it’s a happy love just looking at you
I don’t need anything else
So that you can rest anytime
I will remain the same to you
Even if you leave me without goodbye
I will senbd you away thankfully
Because I’m a fool

GOP Evladım!

"Genç Oluşum Partisi!! oyunuzu bize verin!! dürüst, ahlaklı, mutlu bir Türkiye içinnn!! artııııık goopuyoruuuuzzzz!!!!" diye sokaklardan seçim arabalarım geçsin istiyorum. meydanlarda İbrahim Tatlıses "GOP evladıııımmmm!!" diye milleti coştursun istiyorum. arkasından çıkıp kendi çılgın projelerimi halka bizzat açıklamak istiyorum. bu seçim değilse gelecek seçim, artık GOP'u kuracağım.

ben lise 3'teyken, arkadaşlardan biri icat etmişti bu GOP olayını. bütün sene ortalıkta "evet, GOPuyoruz!" diye dolanmıştık. o zamanlar gençtik, toyduk, kuramadıydık; ama baktım önüne gelen parti kuruyor, dedim ben de bir GOP kurayım artık bari. zira ülkemin geleceği için acayip çılgın projelerim var.

bir kere barlara giriş yaşını 24'ten geri 18'e çekeceğim. ayrıca15-18 yaş arası için "toy-bar"lar zinciri kuracağım. artık gençlik gopacak! gençlerimizin barlara girmek için binbir dolap çevirmelerine, tanıdık bakkallardan aldıkları içkilerle kontrolsüz zom olmalarına ve 18'den küçük olmanın, küçük göstermenin çilelerine bir son veriyorum!

ayrıca eroin, kokain ve bilimum LSD'ler için, her şehirde üç merkez açıyorum. madem bu mereti kullanan gene de kullanıyor, kim ne kullanıyor ne kadar kullanıyor bileyim, değil mi? ayrıca bu merkezlerde bağımlı tedavi ve rehabilitasyon hizmetleri ve bu zımbırtıları daha zararsız hale getirmek için çalışmalar da yürütülecek. ben de mutlu, umutlu, hayattan çok şey bekleyen, kafa binbeşyüz, uçmuş bir milleti yönetebilirim bence. 

kürt hakları, özgürlük falan diye bağırıp duran topluluğa da doğunun incileri Hakkari, Şırnak, Mardin, Batman ve Siirt'i verdim; dolayısıyla sınırlarımı diyarbakır ve urfaya kadar çektim, artık orada ne b*k yiyorsanız yiyin. arada tampon bölge de olur, iyi olur valla.

kaç senedir başımı yiyonuz soykırım da soykırım diye. seçim konuşmalarımda "bir gün tüm ermenileri katletmediğim için bana küfredeceksiniz!" diye hitler'den alıntı yapacağım. ayrıca, madem bir türlü inandıramıyoruz milleti, bari tazminatına değsin, değil mi? bir gece yarısı "soy öyle kırılmaz, böyle kırılır!" diye ermenistana atom bombası atacağım. ertesi sabah çıkıp "evet ben yaptım, ben kırdım! tazminatını da öderdim; ama ödeyecek adam kalmadı, zira çeşitli ülkelerdeki özel ajanlarım diğer tüm ermeni asıllıların da soyunu kırmış olmalı!" diye açıklama yapacağım. ha bir de: "aa evet, atom bombam vardı... kusura bakmayın, söylemeyi unutmuşum!" 

bundan sonra eylemleri de asker yapacak! halkımın eylemlerdeki, yürüyüşlerdeki çilelerine bir son vermek amacıynan bundan böyle İstanbul, Ankara, İzmir gibi sakin yerlerde askerliğini yapanların görevi eylem yapmak olacak. dağın başına gidip teröristlerin arasında nöbet tutanın günahı ne? artık eylem yapmak isteyen vatandaşlarım gidip askeriye'ye başvuracak ve programa göre eylemleri "eylem bölükleri" tarafından yapılacak. polis panzerlerinden sıkılan suyu da, biber gazını da artık günahsız halkım değil, büyük şehirde askerliğini yapan ballı pezevenk yiyecek! 

bizans'ın da osmanlı tarihindeki yıkılışını çok haksız buldum; Fatih Sultan abimize saygım sonsuz da olsa, bizans'ı yeniden kurdum. bundan sonra boğazların bir yarısında bizans duracak, Dolmabahçe sarayında da Bizans Kralı oturacak. yaptım olacak. adamlar ölmüyor mu zaten, avrupadan atmak için Türkiye'yi? al sana bizans! gel bunu yık hadi!

avrupa birliğine girme çabalarından da dolayısıyla vazgeçmiş bulunuyorum, bizans girsin avrupa birliğine. ben Asya Birliğini kuracağım. türkler de uzak asya'dan gelmemiş mi? Japonya, Kore ve Çin'le birlikte asya birliğine girmek için vereceğim çabanın çok daha hayırlı olacağına inancım tam. arada kalan ülkelerle de bir şekilde anlaşırız elbet. ama önce bir kavgayı kesip uslanıp oturmaları lazım oturdukları yerde!

bu da olmazda bir mübadele yapacağım: asya kızlarıyla türk kızları yer değişsin. bizimkiler asya kızlarına hayran, biz erkeklerine... sarıları daha çok sevenler için de aynı mübadeleyi rusya taraflarıyla da yapacağım. ayrıca İspanya'dan da her ile bir çift masör ithal edilecek... bundan güzel hayır mı var ülkeme? en azından gen havuzu genişler, yeni nesil güzelleşir biraz. bıkmışız birbirimizden, biraz dünyaya açılmak lazım. 

planlar bariz belli, şimdi bir partiyi kurmak kaldı. ama öncesinde bir de "akli dengesi yerinde değildir" raporu almam lazım ki kapıma dayanıp "bu vatan hainini götürün işkence odasına!" diye alıp götüremesinler; kapımı çaldıkları zaman tapu gibi deli raporumu şak diye dayayacağım suratlarına. ama bu millet bu halimle bile beni seçecek, gör bak. hele bir siyasete atılayım da hayırlısıyla...

C.N.Blue - Love Light


when i look at you my face gets red
when i see you my heart goes thump thump
i talk with shyness like a kid
when i look at you i just smile out of nowhere
like a fool I keep doing that
I think love came to me

You’re the president of my heart
You’re my chests’ star embroider
I’m Genie for you girl
You make me stop breathing
whatever you want
because i love you
There’s no reason for my love you know

you’re a darling
you’re more beautiful than the stars above in the night sky
the shining thing deep inside my heart
my own love light

i love you darling
give me light next to me whenever
every night i look at you
and you’re beautiful even when i look at you
you’re my love light

when i see you i feel like im up on the clouds
it may be immature but i keep doing this
i tihnk love came to me

you’re a darling
you’re more beautiful than the stars above in the night sky
the shining thing deep inside my heart
my very own love light

i love you darling
give me light next to me whenever
every night i look at you
and you’re beautiful even when i look at you
you’re my love light

you’re lovely
you’re more blinding than the sunlight up in that sky
you shine the dark places inside my heart
my own love light

i love you lovely
even if i close my eyes i see you
looking at you like this
you’re still blinding even when i see you
you’re my love light

29 Mayıs 2011 Pazar

Büyümüş de Öğüt Verirmiş...

haziran yaklaşırkene içimden bir ses üniversite için tercihlerin yapılmasının yakın olduğunu söyledi. gülmeyin, ÖSS'ye gireli iki yıl oldu, bir de tercihleri mi takip edicem, işim gücüm yok? içimdeki sesi dinliyorum işte; doğru ya da yanlış!
ehem, ne diyordum ben? evet, işte o içimdeki ses aynı zamanda dedi ki; yazıktır günahtır bu liseli kullara, ne çektiğini anlat da biraz bilinçlensin kendilerine gelsinler. abla olduk, de mi? yaşlandık be! valla, alnım kırıştı...
dur, konuyu dağıtmadan, şimdi...
sevgili liseli cücüklerim, annesinin yalvarmalarına rağmen tıpa gelmiş bir insan olarak en objektif bakış açısını benim sunabileceğime inancım tam. eğer ben bile "tıpa gelmeyin" diyorsam vardır bir bildiğim. ama tabii ki aranızdan inanan bir Allah'ın kulu bile çıkmayacak, o yüzden tamamen objektif bakış açısıyla naçizane bilgilerimi arz edeceğim. sıkılmayacağınıza garanti verebilirim, üşenmeyip okuyunuz. yok, çok uzunsa, parçalayıp böldüm; ilginizi çeken yerleri okuyun... ya da okumayın canım, n'apayım şimdi? 

konu başlığı: Tıp Nedir?

tıp, sayısal seçip mühendislik istemeyenlerin, annesi tarafından "kızım/oğlum doktor olacak benim!" diye dolduruşa getirilenlerin, amaçsız olduğu için ailesi tarafından yönlendirilen ve her fırsatta "benim ne işim var burada?" diyenlerin, doktorluğu sırf parası için isteyenlerin ve benim gibi doğuştan tıpçı, uzaydan inme insansıların doluşup toplaşıp okuduğu bir şeydir. pekala kutsal bir meslektir; ama kutsal olan herhangi bir işin kolay olduğu görülmüş şey değildir; misal, annelik. dolayısıyla tıp aslında biyokimya, organ, damar, sinir, mikrop ve parazitler vücudunuzdaki bilimum delikten fışkırıncaya kadar okuyacağınız, formaldehit kokusuna bağımlı olup bir yerden sonra yanınızda şişeyle taşıyacağınız, kafeinin damarlarınızdaki kanın bir alyuvar kadar parçası olacağı bir eğitim fakültesidir.

alt başlık: Yolda Bir Kedi Gördüm Geçen Gün...

doktorluk hakkında bir kaç yanlış vardır, inatla her liseliye söylenmeye devam eden. birkaç örnek verip bir an önce böyle hayal kuranları gerçeğe döndüreyim. 

doktor oldun mu kıçını eskimiş parayla sileceksin, demek değildir. bir pratisyen hekimin maaşı, herhangi bir öğretmen maaşından düşüktür. hastane içi döner sermaye diye bir halt vardır; doktor oradan biraz ekstra para alır. ayrıca, en son çıkan performans yasasıyla her doktora baktığı hasta kadar para verlieceği söylendiğinden, iyi ve ilgili doktorlar şimdi eskisinden daha da fakir, denebilir. ama bir imajı olduğu için halk gözünde, her zaman iyi giyinmesi, iyi görünmesi, iyi bir semtte oturması, iyi bir arabaya binmesi beklenir; olmayana pinti denir. hayır efendim, olan doktor harcamasını da bilir; yoksa yoktur işte. gel bir de bunu etrafına anlat. 

hiçbir doktor havadan prof. olmaz. bir kere önce uzmanlık alacaksın. sonra araştırma yapıp makaleler yayımlayacaksın; o makaleler dergilerde çıkacak, sen de puan toplayacaksın. sonra tez yazacaksın, sunum yapacaksın, doçent olacaksın. sonra aynısı bir kere daha, bir kere daha... öyle şak diye prof olunmuyor yani. sen prof olacam derken japonyada "android doktor" diye bir şey yaparlar, görürsün hanyayı konyayı. 

hiçbir doktor mezun olur olmaz ünlü estetikçisi olup parayı kırmaz. aksine, önce TUS için çalışır iki sene, gider beş sene uzmanlık yapar, sonra çevreden başlar yağ almaya, yüz germeye, burun murun yapmaya... çok iyiyse, yani her gelen memnunsa, çok da şanslıysa, kaderinde de varsa, belki iki üç seneye adı bilinmeye başlar; o da bulunduğu şehirde... 

doktor oldunuz diye rahatlamazsınız; aksine stres altında "bana düştü dünya derdi usandım allahım, kıyamet mi kopacakmış, amaaaan!" diye kıvıraraktan bir yandan da elinin altındaki trafik kazazedesinin yarasına dikiş atmayı öğrenirsiniz. bir yandan hastanın ve yakınlarının dırdırı şikayeti, bir yandan evrak işleri, bir yandan üstlerinin nazları, hakaretleri, ayak işleri... doktorluk rahat bir meslek değildir.aksine bütün bir ömrü isteyen, sömürücü, bencil, antiseptik kokulu, yorucu ve çökertici bir şeydir. 

doktorluk, saygınlık demek değildir. artık değil. gelen hasta tipinizden hoşlanmadığı için size hakaretler yağdırıp odadan kovabilir; karşılık veremezsiniz. buna karşın, sizin önünüze daha geçen ay bilmem kaç kişiyi öldürmüş bir adam getirdiklerinde, onu tedavi etmeyi reddedemezsiniz, ya da ölmesine sebep olamazsınız. ya onu tedavi etmeyi kabul eden bir doktora teslim ederek atabilirsiniz başından; ya da ona bakacaksınız. ayrıca, gelen hasta veya hasta yakınlarından dayak yiyen doktorlar da var artık; hatta bu yüzden ölen bir tanesi bile varmış, yeni öğrendim. yani kimse sizin ağzınızın içine bakmayacak. gelen hastaların hepsi semptomlarını internetten araştırmış olarak gelecek ve muhtemelen her lafınıza muhalefet, sizden daha iyi biliyormuş gibi her şeyi, size tedavi yöntemi önerecekler. "buyur, gel, sen yap o zaman; sen okudun sanki altı sene artı beş sene uzmanlık!" diyemeyeceksiniz. yani bir benliğiniz olmayacak. 

doktor hatası diye bir şey yoktur. yani vardır, ama yoktur. yani, doktor da insandır; ama asla bu düşünülmez. mesela bir beyin cerrahı elinden gelenin hepsini yaptıktan sonra bile hasta ölüyorsa, aslında bu doktorun hatası değildir; ama hasta yakınları suçu doktorda bulup dava açacaktır. mesela, teşhisi zor bir hastalıkta tanı sürecinde hasta ölmüşse, tanıyı koyamamış olduğu için doktor suçludur; hastayı doktor öldürmüştür. yani, doktordan her şeyi mükemmel yapması beklenir. doktor hata yaptı mı yedi ceddine sövülür. doktorun elinde hasta öldü mü, sorumlu doktordur, başkası değil. bu yüzden doktor hatası yoktur; eğer doktor hata yapmışsa "doktor ihmali" denir, hatası değil.

eğer hala tıptan soğumadıysanız bir sonraki aşamaya geçiyorum. 

ikinci konu başlığı: İnsandan Tıpçıya Dönüşmek

liseye konuşmaya gelen, ikinci sınıfın yarısını geride bırakmış tıpçılar varsa onlara uzaydan gelmişler gibi tedbirli yaklaşmalısınız. her an ağızlarından sizin kanınızı donduracak ama onlara gayet normal gelen bir cümle duyabilirsiniz. normaldir, onlar artık tıpçılığa giden yolda geri dönülmez aşamaya gelmiş insanlardır. Ray-Ban gözlüklerinizi takıp ipek mendillerinizle kibar kibar gözlerinizi silebilirsiniz. 

bu insandan tıpçıya dönüşümün başlangıcı, ilk anatomi dersiyle olur. bundan öncesinde aslında tıpçı hala bir şekilde insandır. ben kendi adıma konuşacağım; ben hazırlık sınıfını atladım ve bu yüzden direk biyokimya ve organik kimyadan derslere daldım. ilk sene oldukça boştu aslında, yaklaşık bir lise üç gibiydik. sene boyu dört komite sınavı, bir kaç pratik sınav ve bir de final sınavıyla yaşıyorduk. komite nedir? belli bir süre boyunca belli bir konuyla ilgili tüm dersleri görür, sonrasında onlardan, ÖSS gibi toplu test sınavı olursun. ilk sene komiteler ikişer ay sürüyordu. her komite ezberlememiz için yaklaşık 700 A4 sayfa notumuz oluyordu. finalde bunların hepsinden sorumluyduk. gayet rahat bir seneydi. sonuç olarak hala insandık, hala anatomi görmemiştik, hala latince bimiyorduk. bu travmayla karşılaşmamız ikinci senemizde oldu. dönüşüm işte böyle başladı. 

hatırlar mısınız; böbrekte nefron diye bir şey vardır. bir Bowman kapsülü(o adamı öldüresim var, burnunu sokmadığı organ kalmamış), bir glomerülü, giren ve çıkan arteri, bir de toplama kanalları vardı. orada bir henle kulbu vardı, geri emilimin olduğu; bir de iki tane tübül vardı. lisedeyken onlara "aman ne kadar karışık! ne kadar aptal isimler! ne demek ki bu, nerden bulmuş koymuşlar ona o adları!! Allah bin belalarını versin!!!" diye söverdik. tamam, bunu aklınızda tutun. 

anatomiye ilk başlandığında lise biyoloji bilgilerinin çoğu çoktan unutulmuştur; ki bu aslında çok hayırlı bir şeydir. zira lise biyoloji bilgilerinin yarısı yalandır, bilgiler basitleştirilip indirgendikçe söylenen yalan miktarı artmıştır. örnek bir: "kanda enzim olmaz." nah olmaz. kan tahlillerinin yarısında(karaciğer kalp fonksiyon testleri gibi) kandaki enzim miktarına bakarsın. örnek iki: "spermle döllenen ootiddir." nah ootiddir. her ay yumurtlıktan atılan hücre aslında ikinci mayozu tamamlamamıştır; metafazda takılıp kalmıştır. sperm kabuğu delip yumurtayı dölledikten sonra, çekirdek kaynaşmasından hemen önce sekonder oosit mayozu tamamlayıp ootid olur. böyle çeşitli örnekler daha var, ama daha çok kafa karıştırmayayım şimdi. ne diyordum ben? 

anatomiye ilk başlandığında lise biyoloji bilgilerinin çoğu çoktan unutulmuştur. ilk önce kemikleri ezberlemekle başlarsın. 312 kemiğin hepsinin ayrı ayrı adı yoktur; onun yerine her kemikte yaklaşık on tane çıkıntı, girinti, pütürcük, pürüzcük, eklem yüzü, boynuz vardır. bunların hepsinin de latince isimleri vardır. zamanla uzuv yerine "ekstremitas", uç yerine "distalis", gövdeye yakın kısma "proximalis", orta yerine "medial", kenarda kalan yerine "lateral", kenar yerine "margo", köşe yerine "angulus", bağ yerine "ligamentum", oluk yerine "sulcus", delik yerine "foramen", pütürcük yerine "tüberositas", çıkıntı yerine "processus" demeyi öğrenirsin; hatta bir yerden sonra bunu istemsiz yaparsın. bu ilk safhadır, hala geri dönülebilir. 

alt başlık: vücudu öğrenmek

sırada kasları öğrenmek vardır. ilk başlarda eğlencelidir, biceps derken pazu gösterirsin, oradan bir muhabbet döner... deltoideus vardır, şu hoş görünen omuz kasları... pectoralisler, göğüs kasları; şu çok geliştirince erkekte sütyenlik olan kaslar... rectus abdominis: six pack, o seksi kas, falan... ama asla hepsi bu kadar değildir. bir yerden sonra azıtır, sapıtır, kendinden geçer. çünkü bunun damarı, siniri, tutunduğu yerler, yaptığı iş ve yakınından geçen/delen damar sinirler insana afakanlar bastıracak kadar çoktur. siz ne ara koptuğunu anlamadan çalışma grubunda ip kopar, ciddiyet kaçar, mastikaya vurulup yatak üstünde pijamalarla göbek atılır. şaka değildir, yaşanmıştır. 

ama hepsi bu kadar değildir. anatomi sadece teoriyle olmaz; bunun bir de pratik kısmı vardır: Kadavra. anatomi laboratuvarına gidersiniz. masalarda üstü sarı muşambayla örtülü kabarıklıklar vardır. sonra o muşambalar açılır ve bir anda aşırı yoğunlaşan formaldehit kokusuyla beraber, derisi yüzülüp kasları tek tek ayrılmış, sakin suratlı kadavralar açığa çıkarılır. bu ilk travmadır.
bir gerçek: formaldehit kokusu ne kadar iğrenç olursa olsun, eğer kadavra eskiyse kusmazsınız; çünkü insandan çok maket gibi görünmektedir, çünkü yıllarca formaldehitte yata yata kasları pirzola kıvamına gelmiştir, bir zamanlar canlı olduğunu asla belli etmemektedir. ancak kadavranın yüzüne ilk seferde bakmaya cesaret edenler fenalık geçirebiilir; çünkü o yüz korkunç derecede insandır. kafatasının kenarı açılmış ve beyni görünüyor da olsa, her an gözlerini açıp "orada değil iki santim yukarıdaki kas senin aradığın!" diyecek gibi bir hali vardır... 
bir başka gerçek: kadavrayla geçen bir iki haftadan sonra kadavranızın ismini, neden ölmüş olabileceğini, kaç yaşında gösterdiğini tartışmaya başlarsınız. karşı laboratuvar grubundan biriyle "kadavra da pörsümüş falan; ama yüzü çok düzgün, formaldehiitten mi acep? ben de mi formaldehite yatsam? saçları beyazlamış gibi, kırk yaşında falanmış gailba..." muhabbeti yapmaya başladığınız an, kendinizden ilk korktuğunuz andır. şaka değildir, yaşanmıştır. 

yine de, kas-kemik komitesi bitip sınavı da olunduktan sonra hala insanlıktan tamamen kopulmamıştır. hala mühendislik okuyan lise arkadaşlarıyla anlaşabilmenin yolları mevcuttur. kişi hala kendini toplumdan soyut bir obje olarak görmemektedir.

ikinci alt başlık: fark etmeden dönüşüm

ilk komiteden asla iyi bir not alınmaz. alınırsa bu ya inekliktir, ya da... şey, inekliktir. ineklerin kromozomal açıdan insana en yakın canlılar olduğunu söylemiş miydim? sadece birkaç gen dizisini değiştirince insan oluyormuş. 

neyse. ilk komitede o kadar çalışıp kötü not almanın sıkıntısıyla tıpçı "buna da çalışmayayım; bakalım o zaman olacak mı?" triplerine girerse sonuç hiç iyi olmaz. yaşadım, biliyorum. çünkü o iki komite gastrointestinal sistem ve kardiyovasküler sistem komiteleridir. kendileri karışık ve sıkıcı olup, bir de triplenilirse asla çalışılmaz. yine de ikisinin aldığı toplam üç ayda dönüşümün sinsi evresine girilmiştir. 

bu evrede tıpçı kendini tamamen derslere vermiştir. ilk komitede yaşanan hızlı değişim sonrası bu iki komitedeki yavaş ilerleyiş, tıpçıyı alarma geçirmez. sinsi dönüşüm yavaş yavaş ilerler ve bir gün, bir sömestr tatilinde, tıpçı kendini birden toplumdan soyut olarak görmeye başlar. aileyle aynı dili konuşmadığını anlamasıyla gerçek suratına tokat gibi çarpar. daima tıpçı türdaşlarıyla birlikte olan ve sinsi dönüşümün farkına varamayan tıpçı, normal insanların yanında sudan çıkmış balık gibidir. burada hala geri dönüş vardır; ancak bu sadece tıpı bırakma ve yoğun sosyallik terapisiyle sağlanabilecektir. ne var ki çoğu tıpçı bu aşamada kalmaz. 

asıl geri dönüşsüz aşama sömestrdan hemen sonra başlar: nöroloji komitesinde. beyin, sinirler, duyu organları, omurilik, motor korteks, duyu korteksi, konuşma alanı, duyma alanı, anlamlandırma alanı, kraniyal sinirler, derken tıpçı artık asla geri dönemeyecek; sonsuza dek bir tıpçı olarak kalacaktır. kendini bir daha asla normal insanların yanında yeterince rahat hissedemeyecek, söylediği her sözü iki kere düşünecektir. türdaşlarının olduğu fakültesini ve yurdunu artık kendi kültür ortamı gibi, petri kabı gibi  benimseyecektir. ancak bu durum iki komite sonra çok daha belirgin ve vahim bir hal alır: ürogenital sistem komitesinde... 

bir bayan olarak erkekler nasıl karşıladı bilmiyorum, bu cinsiyete göre yorumları değişen komiteyi. ancak ben, kendimde "terbiye" ya da "utanma" denen şeyi artık bulamadığımı söylemeliyim. adamın biri karşıma geçip striptiz yapsa "du bi yaa, senin bu sağ skrotum niye bu kadar büyük? hidrosel mi var, gelsene bi? aa evet, valla da hidrosel! çabuk giyin gel, hastaneye gidiyoruz..." tarzı bir yorumda bulunabilirmişim gibi bir his var içimde. herhangi bir cinsel konuyu hiçbir şey hissetmeden ulu orta konuşabilirmişim gibi sanki. insanlar ayıplamamalıymış gibi. neden "ayıp" olduğunu sorgulamak, olmadığına karar verip "işte, insanlar ayıplıyor ama bence ayıp değil yani..." diye omuz silkerek kendini bir çırpıda tıp okumamış tüm toplumdan soyutlamak. bu dönüşümün sonu böyle bitiyor. 

üçüncü alt başlık: kendini şaşırtmak

ne var ki dönüşümün tek sonucu bu değil. bir süredir durup durup düşünüyorum, ben ne ara böyle oldum diye. "şu oldu da değiştim" diyebileceğim belirgin bir zaman aralığı yok. sadece bu değişimi fark edişim var. oda arkadaşım sayesinde. 

ne zamandı hatırlamıyorum; mart sonu gibiydi sanki - o zaman aralığı bende çok karışık, çok kayıp. bir gün oturmuş ders çalışırken arkadaşım arkadan seslendi: "bir zamanlar bir nefron vardı hatırlar mısın? henle kulbu, glomerül falan... bir de tübüller vardı hani, isimlerini hatırlıyor musun onların?"

şimdi hatırlayın, ne demiştim ben size? lisedeyken gördüğümüz, karmaşık isimli, sövdüğümüz... aynen bunları söyledim ben de ona. nereden hatırlayayım, aptal aptal isimleri vardı, sınavda da hatırlamıyordum zaten, dedim... bana güldü. "proksimal ve distal tübül, desem?" dedi. hiçbir şey diyemedim, çünkü anlamlıydı. o kadar anlamlıydı ki kendim bile şaşırdım. benim için az önce "uzak ve yakın tübül" dese aynı derecede anlamlı olabilirdi ancak. "tekrar baksana," dedim, "bir yanlışlık olmasın? o kadar basit değildi bu!" çünkü gerçekten mantıksızdı bu derece anlamlı, basit olması. bana yine güldü. 

"Basit mi?" dedi, "basit değil ki? hala basit değil. ama artık biliyoruz bunu." 

kıssadan hisse: Tıp aslında Latince öğrenmektir!
yani Türkçe tıp aslında Türkçe değildir; asla olmamıştır, cehennem donduğunda, ya da belki birkaç yüzyıl sonra olacaktır.

şimdi buraya kadar daha "ben tıp mıp okumam yaaa, bu neee?!" diye tırsıp çekilmemiş cesur kardeşlerim varsa diye, onlar için devam ediyorum, bir başka konudan...

üçüncü konu başlığı: Neden Hacettepe, Neden Ankara? 

işte bu da en büyük mallığımızdır. neden hacettepe? çünkü adı vardı. çünkü en iyi eğitimi hacettepenin verdiğine inanıyorduk. çünkü hacettepeyi gözümüzde fena halde yüceltiyorduk. sonucu söyleyeyim mi? şimdi Ankara Tıp'ta olsam belki de daha mutlu olurdum. 

her komite ezberlemeniz için en az 500 sayfa not dayanıyorsa, sizin de yedi komiteniz varsa, mantıklı olan şudur: asla hepsini ezberleyemezsiniz. eğer hocalar hepsini ezberlemenizi istediklerini söylüyorsa, bu da bir yalandır: asla hepsini soramazlar. önemli olan, bilinmesi gereken, klinik hayatta karşınıza çıkacak ve aklınızda kalması gereken yerler vardır. bir hocanın yapması gereken bu yerleri vurgulayıp bu yerleri sormaktır. peki öyle olur mu? Hacettepe'de değil. 

Hacettepe'de olan şudur: hocalar moroz moroz anlatır, sen moroz moroz dinlersin. birileri ses kaydından öğrenci notu tutar, gider onları ezberlersin. sonuç: komiteden yüksek not gelmez, çünkü hocalar asla vurguladıkları yerlerden sormaz. zaten çoğu da hiçbir şeyi vurgulamadığı için, sen de her şeyi ezberleyemeyeceğinin farkında olduğundan, notta neyi önemli gördüysen onu ezberlersin, hocaya göreyse tam tersi önemlidir. hocaya "sorular zordu" dediğinde "bilmeniz gereken şeylerdi" cevabını alırsın. çünkü her şeyi bilmen gerekiyordur. bir hacettepelinin bilmesi gereken şeyler bunlardır.

şu anda bu senenin ders notlarını üst üste koyduğumda dizime kadar geliyor - kot bedenim 30-30, yani bacaklarım kısa falan değil, aksine uzun bile sayılabilir. ve bunların hepsinin ezberlenmesi gerektiğini söylüyorlar. 

Ankara Tıp'tan bir hoca Tusem'de ders anlatıyormuş, dersinin olmadığı zamanlarda. bir gün bizim dönem için ücretsiz ek ders ayarlamışlar, tabii ki gittik. nöroloji komitesiydi. dersi anlatıyor adam; ama biz mi anlatıyoruz, o mu, belli değil. "hayatımda duymadığım şey bu; sınavda size bunu sormuşlar. çok şaşırdım. hiçbir anlamı ya da klinik önemi yok, gereksiz bir şekil bu burda. neden sormuşlar anlamadım, ama sormuşlar." falan deyip duruyordu. Ankara Tıp mezunları bizden daha mı az doktor? hiç sanmıyorum. 

ama bir de şu açısı var işin: TUS sorularını hacettepe hazırlıyor. bu ne demek? mesela ben artık önüme tus sorusu çıkınca "amanın ne de güzel sorusun sen! ne de güzel çözülürmüş, a canım benim! komite soruları da böyle olsa ya?" şeklinde yorumlar yapıyorum, demek.

ve son... ha unutmadan, bir de, henüz hiç görememiş olsam da, "hacettepe tıp mezunuyum" dediğinizde apayrı bir prestij oluyormuş. o kısmını da bekleyip göreceğim artık... 

ana fikir: tıpçıya sormadan tıpa gitme. hatta mümkünse hiç gitme. hele miden zayıfsa, kan tutuyorsa, 8 saatten az uyuyamıyorsan, kötü kokulara katlanamıyorsan, ezberle aran iyi değilse, dil öğrenmede iyi değilsen asla gitme. 

sonuç: bir sonuç yoktu aslında ulaşılacak, her şey amaçsızdı. sadece vakit geçirmek olsun işte, bu da benim zevkim, naparsın... bir tıpçı olarak biraz tuhaf taraflarım olsun, değil mi? 

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Tuhaflık bende mi?..

neko bana "kocan..." dediği zaman kızıyorum falan; ama galiba topu buraya ordu halinde gelse ilgimi bir şekilde mutlaka çeker. sesine takıntılıyım bu aralar. o götlü göbekli maymun suratlı ahmağa bu kadar kafayı takmış olmayı yediremiyorum bir türlü kendime. halbuki adamın tek suçu bir Koreliye göre daha iri olması, yüzünün de o kadar mükemmel olmaması. halbuki gülünce çok şirin olabiliyor. üstsüz halini de gördük; o göbeğin hepsi kas, nam-ı diğer six-pack. o popo da bir Amerikalıda olsa kızlar muhtemelen arkasından bakıp "ooooh, cute ass~" falan yaparlardı... peki benim sorunum ne? 
sorun sanırım hepsinin yanış kişide bir araya gelmesi. 


sanırım Rain'i ilk kez Full House'daki haliyle izlemiş olmanın sonuçlarına katlanıyorum. 


adam dünya çapında star, değil mi? tonla seveni var. kpop dünyasının porselen suratlı bebeleri ona "hyung-nim!!!" diye tapınıyorlar... kızlar gördüğü yerde eriyor, popüler şarkılarının dört dilde söylendiği versiyonları var... senin neyine adama "götlü göbekli maymun suratlı ahmak" deyip duruyorsun? o lafı tutup adamın münasip bir tarafına sokmazlar mı? soktular da. zira tükürdüğümün hepsini, her bir damlasını, acı acı yalamaktayım bu aralar. 


ben ki suratı %90 mükemmele yakın olmayan ünlüleri "tipsiz" değerlendiren insan... ben ki estetik manyağı... ben ki gözleri her şeyden önemli gören dişi şahıs... ben ki Chang Min'in bile yüzüne "bir sorun var bunda yaa... o kadar da yakışıklı değil bu..." yorumunu yapmış kişi... gidip kpop dünyasının en tipsiz suratlı, en iri, en küçük ve en çekik gözlü üyesini bu kadar sevmiş olmayı yediremiyorum kendime!


ancak; playlistimi "karışık" moduna alıp, diğer şarkıları atlayarak Rain'in şarkılarında durduğumu fark ettiğimde, artık çok geçti bir şeyleri kendime yedirememek, inkar etmek için. namusumla playlistimi değiştirip sırf Rain yapmaya karar verdim - ki bu tam olarak yarım saat önceye denk geliyor. itiraf ediyorum; adamın sesinde bağımlılık yapan bir şeyler var. söyleme tarzı çok etkileyici. farkına vardırmadan, usul usul bağımlılık yapıyor adam. bırakamıyorsun bir yerden sonra. buna Rainizm diyor, galiba. ben de Rainizm'e yakalanmış olmalıyım. 


neko, mego, rahat rahat dalga geçebilirsiniz benimle artık. izin veriyorum "kocacığınla aran nasıl" bile diyebilirsiniz rahat rahat; çünkü artık "bu gece rüyamda çok mutluyduk..." cevabını vereceğim. zaten pandacığım bile "bizi çok yakıştırdığını" söyledi suratıma, sanki bulmuşum da... brütüs işte, n'olacak! aa evet, güzel laf; "kim kaybetmiş de ben bulayım" da diyebilirim, sevdim ben bu fikri. 


lanet işitme duyumla bağlantılı limbik saham yüzünden başıma gelene bak... normal olsam olmuyordu, değil mi!

Ben düşündüğüm zaman...

az önce biraz felsefe yapmak istedim... fark ettim ki insanlar daima insanlaştırma eğiliminde tanrıyı... Hristiyanlar tanrıya erkek demiş, hatta baba figürünü vermiş... eski insanlar doğurgan bir kadın olduğunu söylemiş, hatta kırk memeli doğurganlık heykellerine tapınmışlar... ama bence hepsi yalan. yani, doğru olsa bile yalan hepsi. belki tanrı en başlarda kadındı. belki o zamanlar bir erkekti tanrı. ancak tanrı, şu anda bir çocuk olmalı. düşünürken bunun doğruluğunu içimde hissettim. içimdeki huzuru, tatmini, gerçekliğin verdiği güveni hissettim. ve bu düşünceme inandım.

zaten ben tanrıyı görebildiğime de inanıyorum. tanrı deyince akla gelen ilk şey nedir? akla bir şey gelir mi? gelmeli midir? herkesin tanrıyla ilgili bir insan imajı vardır kafasında; peki ya uzay boşluğunda tam gücüyle tanrı? klasik cümlelerle söyleyeyim: tasvir edilemez. neden mi? çünkü bunu anlatacak kelime henüz oluşmamıştır. çünkü kimse tam olarak anlatamamıştır. çünkü, ışık diye düşündüğün anda karanlık olur, karanlık olduğunu düşündüğünde aydınlık olduğunu fark edersin. milyonlarca renk barındırır, ama hiçbir rengi yoktur. hareketsiz gibidir; ama o kadar değişkendir ki nasıl değiştiğini fark etmeden değişmiş bulursun. o kadar uzak görünür, ama hemen yanındadır. ve sesini duyamamana rağmen duyarsın, anlarsın. bir parçan gibidir, ya da onun bir parçası gibi hissedersin kendini, ona özlem duyarsın. bilirsin ki ona ulaştığında, yeniden ona katıldığında, herşey bitmiş olacak, ve yeniden başlamış. bilirsin ki ona ulaştığında gerçekten doruğa ulaşmış olacaksın, ve bu dünyanın veremeyeceği her şeyi onda olan hiçbir şey sana sağlayacak. bütün bunları sadece heybetinden anlarsın. ve onu gördüğün zaman, başka hiçbir şey göremeyeceğini bilirsin, başka hiçbir şey görmek istemezsin. sonsuzluk kadar uzundur onu gördüğün süre ama aslında o kadar kısadır ki anlayamazsın. sadece bilirsin. nereden bildiğini bilmeden. işte aynen böyle görünür tanrı. işte bu yüzden nasıl göründüğünü anlatacak kelime yoktur. işte bu yüzden insan bilgisi tanrının görüntüsünü, sesini, kudretini anlayamaz denir. çünkü her şeyin birleştiği yerdir tanrı. ufuk noktasıdır. evrenin sonundadır. maddeyle anti-maddenin birleşmesi gibi; ama çok daha farklı, çok daha... gerçek... ya da değil... gerçekle hayalin birleşmesi gibi... 

bir de soruyorlar, neden düşünmüyorsun diye. işte ben düşündüğüm zaman böyle şeyler oluyor! 

Hoşgeldiiiim!!

Yeni bloğum vatana millete hayırlı uğurlu olsun. 


Arkadaşlardan biri bir süredir bir blog açmam gerektiğini, açarsam mutlaka takip edeceğini söyleyip duruyor. O benim başımın etini yemeye başlamadan bir an önce açmalıydım bloğumu. 


Bloglarda, blog yazmakta yeniyim, profesyonel blogcularım, sunbae'lerim, hyung-nim'lerim gibi değilim. Yine de eğlenceli olacak umarım. Hiç değilse artık özgürce delirebilirim, monolog yapabilirim, söylenebilirim, millete saydırıp içimi dökebilirim... 


...yapabilir miyim??