30 Haziran 2011 Perşembe

İlk Kez

ben hayatımda ilk kez bu kadar çok ilki bir arada yaşadım.

-ilk kez odam bu kadar dağınık oldu; ilk kez gerçekten bu odada nasıl olup da kendim kaybolmadığımı ciddi ciddi düşündüm.
-ilk kez sekiz saat uykudan suratım şişmiş, uykudan yorulmuş bir şekilde gerine gerine kalktım. artık on saat çok geliyor.
-ilk kez bu kadar çok çalıştım. ilk kez bir sınav için oturup günlerce inekledim, öküzledim, uyumadım ezberledim ve ilk kez bu aşırı çalışmayla düşük not aldım.
-ilk kez takvim kullandım. final gününü işaretleyip günleri çarpıladım; ÖSS'de yapmadığım şeydi.
-ilk kez bavulumu masa niyetine kullandım.
-ilk kez odamda bu kadar fazla miktarda su şişesi var.
-ilk kez post-it bitirdim. o bitmeyen kağıtların kırk renginden çeşit çeşit vardı bende ve ilk kez onlardan beş tanesi bitti.
-ilk kez odamın duvarları bu kadar renkli. sadece her dersin en püf noktalarını post-itlere yazıp duvara yapıştırdım ve oluşan duvar kağıdı utanmasa tavana değecek.
-ilk kez bu kadar çok şey bilip yine de hiçbir şey bilmediğim hissine kapıldım. şu anda önüme hasta koysan hikaye alacak, ortalama bir teşhis düşünecek kadar bilgim var, daha patoloji görmemiş olmama rağmen ve buna rağmen hiçbir şey bilmediğime yürekten inanıyorum.
-ilk kez öğrendiklerimi kendi üzerimde uyguladım. mesela bazal metabolizmamı hesapladım, kalori hesabı yaptım, kendi nabzımı ve tansiyonumu ölçtüm, kendi kendime teşhis koyup gittim eczaneden ilaç aldım. steril eldiven takıp takıp çıkardım, sonra şişirip balon yaptım. hepsini yapmadan önce ellerimi de yıkadım; evet, onu da öğrettiler, ne gerekse... bana sormayın.
-ilk kez çaktırmadan dil öğrendim; minimal gramer bilgisiyle bence çok akıcı latince konuşabilirim artık.
-ilk kez vücuttaki yapıların hepsinin yarısından fazlasını ezberden saydım.
-ilk kez House'u tam anlamıyla anladım. ilk kez ondan önce teşhis koydum ve teşhisim sonunda doğru çıktı. dikkat: daha patoloji bilmiyorum.
-ilk kez rüyamda doktor olduğumu gördüm.
-ilk kez bir sınavdan önce karnım ağrıdı.
-ilk kez gitar çalmayı bıraktım. o kadar ki iki elimin tırnakları da artık eşit uzunlukta.
-ilk kez "çok sıkıldım, değişiklik olsun" diye içtim, sarhoş oldum, sarhoş halimle alkol zehirlenmesi sendromu yaşayan arkadaşın kusarken saçını tuttum. ertesi sabah 8'de Eskişehir trenine biniyorduk, gezmek için.
-ilk kez insan vücuduyla ilgili hiçbir şeyi merak etmiyorum ve bir daha da asla etmeyeceğim. mümkünse yeni bir şey bulunmasın; bu kadarı yeter.
-ilk kez kışın kar yağarken kıçımı kalorifere dayayıp ders çalıştım.
-ilk kez konsere gitmek istedim, ilk kez sınav yüzünden bir konseri kaçırdım.
-ilk kez histerik bir gülme krizine girdim. ilk kez sinir bozukluğundan güldüm.
-ilk kez küf besledim.
-ilk kez hak ettiğimi alamayacağımı tamamen kabullendim.
-ilk kez bu kadar ıncık cıncık her şeyi ezberledim, tesadüfen kolay soru geldiğinde de dumur olup boş bıraktım.
-ilk kez bu kadar sık sabahladım.
-ilk kez bu kadar çok dersi bu kadar kısa sürede çalışmayı başardım.
-ilk kez insan kalarak 70 almanın imkansız olduğu bir sınavla karşılaştım.
-ilk kez 60'ın yedi göğün üstünden inme bir not olduğuna inanıyorum.
-ilk kez 50'ye bu kadar tavım.

bana bütün bu ilkleri yaşatan sevgili Hacettepe; seni tüm içtenliğimle lanetliyor, en yakın zamanda yerin yarılıp senin içine düşmeni tüm kalbimle diliyorum. inan bana bu ilklerin hiçbiri olmadan da mutlu mesut yaşayabilirdim; hiçbir eksiklik hissetmezdim. bir cennetlik insan evladının senin temeline kırk ton patlayıcı yerleştirip, seni tüm profesörlerinle birlikte moleküllerine ayırdığı gün, kırk kurban keseceğim.

26 Haziran 2011 Pazar

Prefinal Deliriumu

Prekomital sendromla çok sık karıştırılan bu vaka; final öncesi, sıklıkla fiziksel semptomların da eşlik ettiği, psikolojik bir patolojidir. mesela, benim bu cümleyi kurabilmiş olduğum gerçeği bile tek başına prefinal deliriumuna bağlanabilir. karakteristik delirium nöbetleri, hastalığın tanı ve teşhisinde çok ayırt edici  semptomlar olup, hasta delirium nöbetleri dışında spesifik semptomlar göstermediği için hastalığın tanısında çok önemlidirler.

prefinal deliriumu, hastanın psikolojik gücüne, farkındalık ve çalışma miktarına göre değişik şiddetlerde seyredebilir. genel olarak histerik, stresli hastalarda çok ağır seyredebilirken; battı balık yan gider psikolojisindeki hastalarda finalden iki gün kadar önce başlayıp bir veya iki nöbetle seyredip olaysız bir şekilde de atlatılabilir.


nöbetler anlık gelen gülme ya da ağlama krizleri, geçici beyin fonksiyon kaybı sonucunda ağır saçmalama ve assosiyasyon alanlarındaki geçici işlev bozukluğu nedeniyle gelişen mantıksızlık, zeka azalması ve konuşma bozukluklarıyla karakterizedir. nöbetin sonlarına doğru ortaya çıkan karın ağrıları ve nefes almadaki güçlük, aşırı gülme ve/veya ağlamanın getirdiği yorgunluğa bağlanıp, önemli bir sebebi olduğu düşünülmemektedir; bu konuda araştırmalar hala devam etmektedir.

delirium nöbetleri tiplerine göre ikiye ayrılır. pozitif delirium nöbeti sebepsiz gülme krizleri ve ağır saçmalamayla karakterizedir. negatif delirium nöbetleriyse ağlama krizleri, çaresizlik ve öfke duygusunun yoğunluğuyla kendini belli eder. bu konuda yapılan araştırmalar göstermiştir ki hastanın pozitif delirium nöbeti mi, negatif delirium nöbeti mi geçireceği kalıtsal geçiş göstermektedir; ancak mendelian geçiş göstermez, çevresel etkenlere de (aile durumu, not durumu, geçme-kalma, sevgili, duygu durumunu etkileyici diğer unsurlar, vs...) bağlılık gösterir. ancak nöbetlerin karakteristiğinin önceden belirlenebilmesini sağlayacak kesin bir metod bulunmamaktadır.

delirium nöbetlerini tetikleyen herhangi bir şey olabilir. bir nöbetin tetiklenmesinin sebebi artık karmaşıklığın bile sınırlarını zorlayan bir konu olabileceği gibi; hastanın yakınındaki herhangi bir insanın herhangi bir kelimesi de delirium krizini başlatabilir. eğer prefinal deliriumlu hasta, bir başka prefinal deliriumlu hastayla beraberse, nöbetlerin normalden daha uzun süreceği; nöbetin süresinin ortamda bulunan prefinal deliriumlu hasta sayısıyla doğru orantı gösterdiği istatistiksel olarak kanıtlanmıştır. bu durum, prefinal deliriumlu hastaların bir arada tutulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını gösterir; zira fazla uzun süren bir pozitif delirium nöbetinin, ikincil, uzun süreli ancak hafif seyreden bir negatif delirium nöbetini tetikleyebildiği gösterilmiştir.

prefinal deliriumu, prekomital sendromun aksine, final akşamı kendiliğinden iyileşmeyip, bir nekahet dönemine sahiptir. hastanın durumuna, hastalığın seyrine ve hastanın genetik yatkınlığına göre birkaç saat-birkaç gün arası süren bu nekahet dönemi boyunca hasta hala psikolojik olarak hassastır. günün en az 12 saatini uykuda geçirir, günün kalan kısımlarında da hiçbir şey yapmamak için büyük bir istek duyar. yeniden toplum içine çıkabilmek için hastanın bünyesinin kendini toparlamaya çalıştığı bu nekahet dönemi sırasında uygun uyaran verilirse, prefinal delirium nöbetlerinin yeniden tetiklenebildiği görülmüştür. "artçı nöbet" adı verilen bu nöbetin, hasta zaten hassas bir durumda olduğu için, hastalık sırasındaki nöbetlerden daha ağır geçip daha çok hasar verme olasılığına sahip olduğu düşünülmektedir.

delirium nöbetleri sırasında EEG'si çekilen 24720487 hastadan %42,6'sında yüksek amplitüdlü delta dalgalarının tamamen baskın olduğu görüldü. hastaların %31,2'sinde teta dalgaları, %24,2'sinde frekansı aşırı yüksek beta dalgaları görülürken, %2'lik bir hasta grubunda her denemede EEG cihazı hata verdiği veya yandığı, ya da bilgisayar çöktüğü için ölçüm yapılamadı. ölçüm yapılamayan durumlardan %96,7'sinde hastaların ekstrem pozitif delirium nöbetleri geçirdiği, %3,2'sinde ise sonunda ağlamaktan uyudukları negatif delirium nöbetleri geçirdiği tespit edildi. kalan %0.1'lik kısmı ise hastaların aşırı öfke ve şiddet eğilimi gösterdiği, hiç durmadan sayıklar gibi mırıldandığı ve hiçbir şey yapmadan boş boş tavana baktığı durumların oluşturduğu görüldü.

yeni bulgular ışığında bazı araştırmacılar prefinal deliriumuyla ilgili yeni bir hipotez ortaya attı. bu hipotezde, delirium nöbetlerinden bir tanesinin, diğerlerine kıyasla çok daha sessiz semptomları olduğundan çok fark edilmediği; ancak aslında çok daha yaygın bir nöbet türü olduğu söylendi. hastanın tamamen ifadesiz bir şekilde belli bir noktaya bakması şeklinde görülen bu nöbet çeşidine, "boş" anlamına gelen, "blank delirium nöbeti" adı verildi. hastalardan ve hasta yakınlarından alınan hikayelerde, bu durumun araştırmacıların sandığından çok daha sık ve yaygın olarak görüldüğü ortaya çıktı ve bu nöbet çeşidinin prefinal deliriumuna özgü olmama olasılığı sorgulanmaya başlandı. medulla spinalis paralizisi ve talamus inaktivasyonuyla karakterize olduğu düşünülen bu yeni nöbet çeşidiyle ilgili elde edilen bilgiler sınırlı sayıda hastadan olup, henüz istatistiksel bir kesinliği bulunmamaktadır.

burada yazılanların hiçbir gerçek kişi veya araştırmacıyla bağlantısı olmayıp, hepsi tamamen uydurmadır.

24 Haziran 2011 Cuma

Şafak 7...

az önce, Post-It başlıklı yazıda meşhur olan mantar takvimimden bir günü daha çarpıladım. takvimim bana finale tam olarak yedi gün kaldığını söylüyor. tam olarak bir hafta: ya işkencenin bitmesine, ya şemsiyenin girmesine. "kalacaksın ya da geçeceksin ve de bir şekilde bitireceksin..." diye anlık bir şarkı çevirisi yaptı beynim, Hande Yener'in şarkısından, nedense...

böyle zamanlarda işte, gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. finale bir hafta kalmış. bardak, yani, tam yarı dolu, yarı boş. nasıl istiyorsan öyle çekip yorumluyorsun. yani bir tarafından bakıyorum; finale kalmış yedi gün... benim anatomi kitaplarının yarısı bile bitmemiş... anatomiyi bırak, komitelerin anatomi dışındaki konuları bile bitmemiş... biten kısmı bile bitmemiş; ezber sonuçları sıfıra sıfır, elde var sıfır... bunun bir de laboratuvar sınavı var... eviriyorum, çeviriyorum, bir hesap ediyorum... aha, diyorum, sıçtı Cafer bez getir. tam yedi gün kalmış oluyor, o zaman, otomatik şemsiyenin transvers kolonuma kadar girip içeride şak diye açılarak iki tur da dönmesine.

sonra diyorum ki; lan, kalacak bile olsam, en fazla iki hafta fazladan çekeceğim bunun çilesini... kalacak bile olsam bitiyor bak, buraya kadar... yaz gelecek, eve gideceğim, yatacağım şezlonga, havuz başında, elimde kitabım... olmadı sahile akacağım nehrin birine karışıp... ya da evde iki seksen yatacağım, kumda mayışan kertenkele gibi... nemli sıcakla tuz kokusunu da özlemişim zaten, mobilyaların yeşili beni katledecek burada; sarı sıcak memleketime döneceğim... anacığım da bana sarımsaklı yemek yapar, mis... hayat varmış be, derim... o zaman da işte tam yedi gün kalmış oluyor, işkencenin - neredeyse - bitmesine.

sonra tam bunları düşünürken aklıma geliveriyor; yahu, bunun  bir de bütünleme hikayesi vardı... haydaa! sanki bardağa bir katman da zeytinyağı eklemişim gibi, hurraaa, yine başlıyorum hesap yapmaya... dönem içi ortalamam tutuyor zaten; ulan kalırsam eğer büte... finalden geçemezmişim... eve de gidemem o zaman; iki hafta daha Ankara'da... cücük kadar tatilim vardı, gitti mi onun da yarısı... hadi finale kastım; ben hayatta büte çalışmam bu havada... yumurta kıça gelince çalışırım ama belki... böyle düşünceler geçiyor kafamdan.

sonra içimdeki şeytan, "amaaaaaaaaaaaaaaaann!!" diyor, "yedi ceddini satmışım üleyn bütün; finalden de kalırsam, kalayım arkadaş!" diye, tatil hayalleri kuruyor, falan... oradan melek bir Osmanlı tokadı patlatıyor şeytana; bu aralar Muhteşem Yüzyıl'dan moda, yumruklar değil tokatlar konuşuyor, dolayısıyla melekçiğim de artık savunmasız değil, daha zarif bir şiddet şekli olan tokadı kullanıyor, fırsattan istifade... şeytan kendine gelebildiğinde de, "ulan gavat!" diyor Adanalı şivesiyle - Adanalı melek de bir bende bulunur, herhalde! - şeytana tepeden tepeden bakarak, "ulan gavurun dölü! ulan beynini akrep sokacısa! ulan aklını it yiyesice! ne diyon lan sen; ne tatili, ne satması? sen kim oldun da kimin bütünü satıyon lan pezevenk!" diye bir temiz sövüyor... sonra şeytan boğa gibi toynaklarını yere sürtüp boynuzlarıyla meleğe saldırıyor; ama melek haresini kaptığı gibi uçup şeytanın yolundan çekiliyor, sonra o hare aslında Zeyna'nın halkalarındanmış, fırlatıyor şeytana, "tililililililili!!!" diye bağırıp... benim Adanalı melek de Zeyna çıktı bak... bence Zeyna da Adanalıydı zaten... neyse... meleğin haresi şeytanın kafasına isabet ediyor... boynuzlarından biri kırılınca şeytan daha da sinirleniyor, kükreyip dev bir boğa-ejderhaya dönüşüyor, ağzından alevler saçıyor, falan... ben de oturmuş onları izliyorum bu sırada, yaklaşık yarım saat boyunca... önümde özetler açık duruyor, göya çalışıyorum; ama ders yalan olmuş, tabii ki...

sonra bir bakıyorum, saat on olmuş! "daha yeni yediydi saat; bu kadar zaman nereye gitti?" sorusunu atıyorum ortaya; aldığım tek yanıt Panda'dan geliyor: "kapa çeneni Çaylak!"... e tabi, o da haklı. bu cümleyi yaklaşık bir haftadır günde iki öğün duymaktan sıkılmış olmalı. ayrıca biz bir başlayacak olursak - yine, yeni, yeniden - bu konuşmaya; o on-on iki arası çalışacak iki saati de muhabbetle yiyeceğiz; biliyoruz. ben de susup yeniden kara kara düşünmeye başlıyorum; ne ara bitecek bunca ders, diye. sonra yeniden aklıma geliyor; geçsem de kalsam da şafak yedi... tabi ceza yemezsek... başa sarıyorum; gülsem mi, ağlasam mı; bilemiyorum. 

22 Haziran 2011 Çarşamba

Doğum Günün Kutlu Olsun, Oppaaaa!!

ders çalışmayacağım ya? gene ne yapacağımı şaşırdım. Mego bir dakika kadar önce söyledi, bugün Jung Yong Hwa'cığımın doğum günüymüş. dedim bu blog da ona armağan olsun. zaten yapabileceğim ne var ki? pasta yapıp evine gidermişim, "oppaaa!!! seng-il çukka-hee!!" diye... apışır kalır herhalde. ben de Kore'de yaşıyorum ya! saçmalamanın sınırlarına vurdum gene... e madem başladım, tam olsun, bari oppacığımla geçmişimizi anlatayım.

Yong Hwa benim ilk aşkım olur. kendisi koreli olup deli manyak bir müzik yeteneğine sahiptir. C.N.Blue grubunun baş vokali ve rapper'ıdır ve aynı zamanda fena halde iyi ses taklidi yapar. aşık olduğum ilk koreli ünlü odur. aslında, kore akımına bu derece kapılmamı sağlayan sevgili insan da odur. onunla ilk olarak Mego'nun odasında, Neko'nun bilgisayarında, You're Beautiful dizisinin üçüncü ya da dördüncü bölümünde tanıştım. çok öne çıkan bir karakter değildi; ama ben yine de ona değişik bir çekimle bağlandım ve aynı gece onu rüyamda gördüm. kalktığımda belim ağrıyordu, dermişim... şaka len şaka! şimdi bir de inanan çıkarsa, o kötü. ama inat değil mi, silmeyeceğim onu oradan. neyse.

You're Beautiful ve Jung Yong Hwa sayesinde kpop ve kore dizileri dünyasına balıklama dalmış oldum. gerçi Neko ve Mego bu alanda bana çoktan birkaç tur bindirmiş olsa da kendi çapımda bir kore hayranıydım. tek dinlediğim müzik grubu Yong Hwa'nınkiydi, durup durup resimlerini indiriyordum, çevirip çevirip You're Beautiful izliyordum. hala da fazlasıyla komik, izlerim olsa; ama bir yerden sonra bayıyor, tabi.

oppamın üzerinden ne nehirler aktı şimdi. onun üzerine Kim Hyun Joong ve Park Jung Min geçti kalbimden, Lee Min Ho geçti, YunHo geçti, YooChun geçti... hiçbiri kalıcı olmadı, hiçbirini Yong Hwa kadar sevemedim, taa ki Full House'a kadar. orada Rain'le tanıştım işte. götlü ve göbekliydi; ama inkar edilemez bir biçimde sevimliydi. yüz milyon bir içim su koreliye oppamı satmamışken Rain gibi bir yamuğa bu kadar kapılmayı yediremeyip kendime, uzunca bir süre reddettim bu gerçeği. sonunda kabul ettim ve bir süre sonra yepyeni bir şey fark ettim: rain'i Yong Hwa'yı sevdiğim gibi sevmemiştim. ben onun şarkılarının bir kısmına ve ününe aşığım, şu durumda. onun da öyle bir şarkısı var zaten "do you love me or my fame" diye. her neyse. Yong Hwa oppamı ise her haliyle severim ben; şeker gibi, yanaklarını ısırsam karamel akacak gibi.

aslında kalbimden gelip geçen binlerce insanın yanında Kim Bum'un da bambaşka bir yeri var. hepsinden uzakta, hepsinden ayrı. onun hakkında hiçbir... "pis" düşünceye kapılmadım; bir kere bile. ürogenital işlerken bile. bunun ne demek olduğunu anlamak için bir tıpçı olmak lazım, tabi. genital bölge anatomisi çalışırken mor fonksiyonel anatomi kitabındaki bir cümleden başlayıp dönen muhabbetler odadan dışarı sızsa ne olur, hiç bilmiyorum, doğrusu. kendimden korktuğum ender anlardan biriydi. dur bir dakika; böyle bir yazıya bile anatomi nasıl bulaştı yaa? bu kadar içimize işlemiş. hayır, daha fazlasına izin vermeyeceğim! diyordum ki, Kim Bum'u küçük kardeşim gibi bile seviyor olabilirim. gelsin, yanaklarını sıkıp mıncıklayayım, ısırayım, saçını karıştırayım, boğuşalım falan... sonra gelsin, "unni, kızın biri canımı sıktı" desin, gidip ağzını dağıtayım Kim Bum'cuğumu üzen o kızın, falan... tamam, biraz şiddet içerikli bir hayal, ama şu aralar bir şeyleri kırıp dökesim var, benim bir suçum yok. öyle işte, öyle kardeşçil seviyorum ben Kim Bum'umu. telefonumun arka planında da şimdi çok şeker bir resmi var, baktıkça sırıtasım geliyor.

aklıma gelmişken, bilgisayar arka planımda da, oraya koyduğum günden beri, aynı Yong Hwa resmi duruyor. mavi ceketli, beyaz pantolonlu oppam kırmızı kiremitli bir çatıda oturmuş şeker şeker sırıtıyor. bilgisayarımı her açtığımda bana şeker şeker sırıtmasından asla bıkmıyorum. onu resmi oraya ilk koyduğumda oturup abartısız yarım saat, yüzümde anlamsız bir sırıtışla, ekranı izlemiştim. şimdi yüzüne bakarak "oppaaaa! seng-il çukka-hee!!" diyeceğim ve bu doğum günü hikayesi de burada bitecek. onun adı Yong Hwa. o benim ilk aşkım, oppam, rüyalarıma giren ilk adam, her boş anımda aklımı doldurmayı başarabilen tek kişi; ama benim yine de ders çalışmam lazım. malum, final bu, bekletmeye gelmez!

17 Haziran 2011 Cuma

Post-It

saçmalamak parayla değil elbet; ama final öncesi saçmalamanın da bir sınırı olmalı. sınava çalışılır, çalışılır da bu kadar mı çalışılır? daha 15 gün var sınava, daha post-it'leri çıkaralı dört gün oldu; ama duvarlar şimdiden bir rengarenk, bir şen şakrak... çalışıyoruz yani, boru değil! 


bu arkadaş, benim yatağın yanındaki duvar olur. o fişlerden biri buz dolabına ait, diğerine dörtlü piriz takılı. şu yakında olanlar eski post-itlerim; 400 sayfalık A4 fizyoloji notunun içinde buldum - bu sadece komite 2'nin fizyolojisi, bu arada, bu sene yedi komite vardı. bunun anatomisi var, histolojisi var, küçük dersleri var... bu konuda daha fazla yorumuma gerek yok, sanırsam. neyse. uzakta olan post-itler de nöroloji komitesinin anatomisinin binde biriyle ilgili. onlar öyle göründüğü kadar küçük bir alanı kaplamıyor bir kere, perspektif diye bir şey var!


bu arkadaş, Panda'nın yatağının yanındaki duvar olur. sağdaki bol pembeli kısım, komite 2 histoloji-embriyoloji olur. Panda'nın özel yeteneği; çok "özet" özet çıkarır. özetin özetinin özeti o duvarda her ne varsa. soldaki uzaktaki post-itler de birinci komite anatominin milyonda biri. finalde çıkması çok olası soruların bir kısmını yazıp yapıştırdık o duvara. tabi, o sıralar birlikte çalışıyorduk; sonra ben bir geride kaldım, Panda benden sıkıldı, kendi başına devam etti. hala Panda'nın beni bıraktığı yerdeyim. malumunuz, Çaylak'ın kendi isteğiyle anatomi çalıştığı görülmüş şey değildir, ille yumurtanın kıça dayanması lazım. yok, yalan değil! benim duvardaki nöroloji post-itleri istisna. anatomim gelmişti, kaçırmayayım dedim. zaten iki saat sürdü toplam; sonra sıkılıp bıraktım. 


bu arkadaş da benim masamın bu sabahki hali olur. duvarda görülen hoş beyaz alanlar var ya? artık yoklar. artık oralar da tamamen kardiyoloji fizyolojisinin post-itleriyle dolu. takvimimde kalan günler işaretli; az önce bir günü daha çarpıladım, moralim bozuldu... bu günler çok hızlı akıyor, bir sorun var bu işte! yok, diyeceğim, iki üç çarpı fazla burada; ama bakıyorum, tarih doğru... evet, çok sinir bozucu. neyse. o yukarıdaki aynanın yanında, evet, makyaj malzemeleri var. yakalanmışım, ne var? hiç uğraşasım gelmedi şimdi; iki saat aç photoshop'u, kes, düzelt, falan... kalsın, dedim, öyle. orada zaten güzel kitaplardan biri görünüyor, kıyamazdım kesmeye. o aynanın aynı rafında bir kalın kitap var ya? o işte "tıp terimleri el sözlüğü"... evet. EL sözlüğü. şaka yapmıyorum, vallahi bak! test kitabına benzeyen şeyler de gerçekten test kitabı; TUS hazırlık kitapları olur kendileri. TUSEM'den eşantiyon verdiler. böyle de reklam yaparım. sağda görünen spiralli yığın onlardan değil, ama. onlar benim notlarımın milyonda biri ve üç tane defterim. bu yığının üç katı yükseklikte bir not yığını raflarımın tepesinde var. bu yığınla aynı yükseklikte bir defter yığını bir üst rafta. buna anatomi atlasları ve kitapları dahil değil. bir ara onların da fotoğrafını çekerim. oradaki renkli kalemlerin de %90'ını kullanıyorum, evet; isterseniz dava edin. 

benim masamın benzeri bir tablo da Panda'nın masası çiziyor, aslında. onun da bir fotoğrafı var; ama onda Panda'nın ölmüşlüğü de yakalanmış; burada ifşa etmeyeyim şimdi. can güvenliğim söz konusu!

16 Haziran 2011 Perşembe

Haziran 16

haziran 16. Ankara'da sel olmuş. çökük olan her yer su dolmuş.

inanırım. akacağı yer yok ki! bizim altyapıların genel durumu da, malum. ama yazın ortasında sel olduğunu da ilk kez görüyorum. benim bildiğim, yaz dediğin boğuk ve sıcak bir mevsimdir, güneş yakar, nem boğar, esen rüzgar bile alev gibidir. bu ne iştir, ne hikmettir anlamadım ben. gerçi Çakma Sarı Çıyan "ben bir Ankaralı olarak hazirana asla yaz demedim" dediydi; ama beni sinir ettiği seviyeden sonra kendisini çok da ciddiye almadıydım. ben de bir mersinli olarak mayısa asla bahar demedim; benim için nisanın ortasından sonrası yazdır. dolayısıyla bu havayla nedense daha martmış gibi hissediyorum. Çıyan haklı mı çıktı yoksa le?

haberi de annemden aldım, daha yeni. Panda, Neko ve Mego dışarıdalar daha. ben dönerken sular bilek seviyesindeydi; sadece ayaklarımla battım suya. hayattalar mı diye Panda'yı aradığımda bana "dizime kadar ıslandım, hayattayım, daha fazla ıslanamam artık herhalde" dedi. durum vahim anlaşılan.

ama ben biliyordum. rüyamda gördüydüm. artık rüyamda geleceği gördüğüm zamanlar olduğuna inanıyorum.

rüyamda ayağımda dize kadar deri çizmeler vardı, su geçirmeyen cinsten. Mego bana tip tip bakıyordu. hava fena halde kapalıydı, yağmur yağacak gibi duruyordu. keşke şemsiye alsam, diyordum. dışarı da mektup atmak için çıkmışım rüyada, APS'yle iki mektubu da atmışım... sonra telefonumun USB bağlantı kablosuna baktım; kenarındaki plastik şeydeki etiket beyazdı - normalde Neko'nun kablosunu kullanıyorum, onun etiketi siyah. şimdilik hatırladığım bu kadar, oldukça hatırlıyorum rüyayı.

ayaklarım sırılsıklamken odaya dönme kararı aldığımda iki mektubumu da gerçekten APS'yle atmıştım. Neko'yu kendi haline bırakıp metroya doğru ilerlerken bir vodafone bayinin önünden geçtim. geçerken de düşündüm; otuz yerde arayıp Electro Worlds'de bile bulamadığım bağlantı kablosu acaba burada olabilir miydi? girdim içeri. sordum. karşıda bir adam kaldırdı başını baktı. soluk, doğal ten rengi olduğu belli bir esmerliği ve parlak yeşil gözleri vardı. o ilgilendi, baktı kablo var mı, diye. yoktu. "otuz elektronikçi dolaştım bulamadım, Electro Worlds'de de yok bu kablodan..." nerede bulabilirim, diyecektim ki adam araya daldı: "benim kablomu vereyim?" apıştım kaldım. o sırada çıkarmaya başlamıştı bile kabloyu. "ben nerede bulabilirim, diye soracaktım..." dedim, o kabloyu uzattı. bana da nerden geldiyse "hiç kullanmıyor musunuz siz?" dedim. başını iki yana salladı. "emin misini?" dedim. başını yukarı aşağı salladı. "hiç kullanmıyor musunuz, son kararınız mı?" dedim. "son kararım." deyip yine başını salladı ve kabloyu tekrar uzattı. ben kim oluyorum da almayacağım? aldım! ama sandım satıyor. yok, satmıyormuş. vermiş öyle! dünyada ne insanlar var, dedim... cidden, ne insanlar var! vaaaay, dedim, yol boyunca şaşırdım, botokslu gibi bir ifadeyle dolaştım muhtemelen yol boyu.

şimdi odamda aldım elime kabloyu, inceliyorum... Neko'nun kablosundan tek farkı, plastik yerin etiketinin beyaz olması... aynen rüyamdaki gibi. tesadüf deme, inanmam! valla inanmam lan!! kim oluyorsun da final dönemindeki bir tıpçının hayallerini yıkıyorsun sen! yok, tut dilini madem inanmıyorsun, inanmadığın sana kalsın! mazeretim var, asabiyim ben, o zaman!

neyse, ne diyordum ben? işler çok fena karıştı, dur ya, asıl muhabbet neydi? ha evet, yağmur... öf, zaten üç saattir yağıp duruyor, daha fazla konuşursam artık yağmur kusacağım galiba!

ne kadar asabiyim bugün ben yaa? biri beni durdurmalı! ya da ben gidip anatomi çalışmalıyım; beni anca nöro paklar... 

12 Haziran 2011 Pazar

Tam Bir Hiç

az önce tuvaletten geldiğimde Panda'yı yatağın içinde buldum. klasik "hey banana, watcha doin'" repliğimi söylediğimde aldığım cevap şuydu: "bir hiç. tam bir hiç." şu anda yaklaşık yarım saattir bir hiç yapmaya devam ediyor. üzerine yorganın yarısını almış, tavana bakıyor, duvarlara bakıyor, alnındaki sivilcelerin kabuklarını soyuyor ve gerçekten hiçbir şey yapmadan yatıyor. muhtemelen düşünmüyor bile.

siz hiç "hiç" yaptınız mı? "hiç" yapmak, aslında biri sana "napıyosun" dediğinde "hiiiiiç!" diye melodik bir şekilde uzatılarak verilen cevaptan fazlasıymış. tıp denen bu tuhaf oluşumun hayatıma bir katkısı daha. artık "hiç" yapmayı gerçekten başarabilmenin yanında, ihtiyaç duyuyorum buna.

"hiç" yapmak, yani gerçekten, gerçek anlamıyla "hiç" yapmak, çok zor bir iştir aslında. bir gün koltuğa uzanıp tavana boş boş bakmayı deneyin. uyumayacaksınız. tavandaki benekleri saymayacaksınız. düşünmeyeceksiniz; en ufak şey bile olmaz. ya da odanın yapısını ezberlemeyeceksiniz. karşıdaki resmi incelemeyeceksiniz. televizyon açık olmayacak. göz kırpmaktan başka bir kıpırdanış belirtisi göstermeyeceksiniz. müzik dinlemeyeceksiniz, mırıldanmayacaksınız, kafanızda hiçbir iç ses ya da müzik olmayacak. bir "hiç" yapmak, böyle bir şeydir.

bunun uykudan daha dinlendirici bir şey olduğunu söylediğimde çoğu kişi bana inanmıyor. peki ben en son ne öğrendim? bu "hiç" denen şey, meditasyonun en üst aşamasıymış. pro meditatörler (ne biçim bir tabir lan bu?) bu seviyeye ulaşmak için yıllarca düzenli olarak meditasyon yapıyorlarmış. zihnini eğitmekmiş bu; bunun için uğraşıyorlarmış. yani tam bir "hiç" yapmak, meditasyonun nirvanasıymış... ne uğraşıyorlar, anlamıyorum. geçeceksin karşılarına; başlayacaksın konuşmaya: "işiniz gücünüz mü yok, abicim?" diyeceksin, "gel iki hafta tıp oku; hiç uğraşmana gerek kalmadan ulaşacaksın nirvanaya! vallahi bak! garantili yöntem! gel iki hafta benim yerime geç, o kadar dersi sen çalış, sen ezberle; sonra en az on saat "hiç" yapmazsan şerefsizim! ben senin yerine meditasyon yaparım. eğitirim ben zihnimi. zor iş o, hiç uğraşma sen, gel yer değişelim..."

diyorum ya, işi gücü yok bunların da işlerini biliyorlar. "hiç" yapmak kadar rahatlatıcı bir şey yok dünyada. çok hoş, boş, duygusuz, hissiz, zaman kavramından uzakta bir şey bu. bu kadar yoğun çalışmanın stresini, zihinsel yorgunluğunu alabilen tek şey, muhtemelen, bu. tavsiye edilir. kestirmesini de söyledim işte: 300 sayfalık A4 baskı bir kitap alınır ve bir hafta içinde kitaptaki her şey tamamen ezber edilmeye çalışılır. haftanın ortalarına doğru zihin kendi kendine, bir çalıştırmaya ihtiyaç duymaksızın "hiç" yapmaya başlayacaktır.

geçen gün oturdum yatağımın üstüne, bağdaş kurup sırtımı duvara(aramızda bir yastık vardı) verdim ve odanın ortasında gerili ipe asılmış bir bluzu boş boş izlemeye başladım. önümden birkaç sinek geçti, bir süre sağa sola kıvrıldıktan sonra pencereden çıktılar, sanırım. ben bluzu izlemeye devam ettim. kısa bir süre sonra aklımdan bir düşünce geçti: "haftaya da komite var, kalkıp ders çalışayım." diye. saate baktım. ben oraya oturduğumdan beri iki saat geçmişti.

diyorum ya, erdim ben...

11 Haziran 2011 Cumartesi

Kısır Döngü

ben de diyorum neden uykum geldi... saat neredeyse iki olmuş; nasıl gelmesin? uykunun suçu ne? o zaman uyumalı mı uyumamalı mı? yatak her zaman bu kadar çekici mi görünür, yoksa bu uykunun yarattığı bir illüzyon mu? tepemdeki flüoresan lamba her zaman bu kadar parlak mıydı? kafam, neden kaşınıyorsun? dizim, sen neden kaşınıyorsun, kafama mı özendin? bu sandalye her zaman bu kadar rahatsız mıydı? beynim şu anda kaç kilo çekiyordur? baş her zaman bu kadar ağır bir şey mi, yoksa ağırlık göreceli bir kavram olabilir mi? biyokimyayı satsam ne olur acaba, yoksa sadece özetten mi okusam? bugün de babamdan hediye aldım telkare, ne güzel şeydi o öyle... acaba kaça almıştır? ne rüya göreceğim acaba? parmaklarımdaki baloncuğa benzeyen su dolu oluşumların inmesi ne kadar sürer? buz dolabının üstündeki yaratık finale kadar evrimleşir mi? karnım mı acıkmış? acıkmamış mı? yemesem daha iyi mi olur? dişimi fırçalasam mı, yoksa üşenip sabah fırçalamakla mı yetinsem? yatsam mı? uykum mu gelmiş benim? saat kaç ki? ben de diyorum neden uykum geldi... saat neredeyse iki olmuş; nasıl gelmesin? uykunun suçu ne? o zaman uyumalı mı uyumamalı mı?

10 Haziran 2011 Cuma

Ders Çalışasım Kaçarsa...

insanın bu kadar mı ders çalışası gelmez yaa? hepi topu yirmi sayfa ders çalıştım sabahtan beri; şimdi hiç devam edesim gelmiyor. hayır, deli gibi de mola verdim ders çalışırken, halbuki! bu kadar mı kötüyüm yani şu saatte ders çalışmakta? karnım mı acıktı acaba? ve işte bu da, ders çalışırken neden kilo alınır sorusunun açık ve net yanıtıdır. 


yarım saattir oyalanıp duruyorum; ne işim varsa! bilgisayarı açıyorum, face'e bakıyorum, maillerimi kontrol ediyorum - ki asla yeni bir şey gelmemiş oluyor. deviantArt'taki mesajlarıma bakıyorum. düzenli gezdiğim sitelere bakıyorum. belki gecenin bu saatinde yeni bir şey gelir diye Zaytung'a bakıyorum. BloG yazıyorum, şekil 1-a... nedense hiç elim varmıyor şu son yedi sayfayı çalışmaya!


saçmalamaya bile başladım. kulağıma müzik taktım çalışıyormuş gibi yapıyorum, bir yandan oturduğum yerden danslar geliştiriyorum, falan... ya da korece şarkıya eşlik ediyorum, ne bileyim, öyle şeyler işte!


tuvalette geçirdiğim zaman da beni öldürecek, az kaldı. hiçbir şeyden değilse, metan zehirlenmesinden öleceğim! oturuyorum oraya; aklımdan geçenlerin sınırı yok yemin ediyorum. baktım düşünecek şey bulamıyorum, bacağımdaki dönükleri çıkarıyorum, falan... bir dakika, kızların bacaklarında kıl olmadığını sanan yoktur, değil mi? öyleyse de süpriz bozuldu artık... yaa, böyle şeyler oluyor işte sıkıntıdan! 


öleceğim yaa, gerçekten, hiç mi oturamaz bir insan şu dersin başına? yedi sayfa, sonra yatacağım; ama yok anacığım, şu tuşlardan ayrılmaya da gönlüm yok hiç, şu bilgisayarın kapağını kapatmaya da varmıyor elim. ne aptal iştir bu yaa? biri beni bir dürtse ya kıçımdan; belki oturabilirim, bitirebilirim... hadi, bir cesaret? bakalım sonuç ne olacak...

8 Haziran 2011 Çarşamba

Neden Hala Sapım?

yemin ediyorum, şu erkeklerin hiçbirinde gram akıl yok. hepsinin IQ'sunu toplayıp bir kefeye koysak 100 gram çekmez. hani diyor ya şu fıkrada "erkeklerde beyin nadir bulunan bir şey" diye... bence beyinli erkeklerin soyu tükeneli yıl olmuş! şu mükemmel sevgili profilimle hala ve ezelden beri sap olmam bunun en açık ve en seçik kanıtı değil midir?

aradım, sordum; erkeklerin kızlarda en çok şikayet ettiği şeyleri kendi çapımda becerebildiğim kadar öğrendim. bakıyorum; bunlardan bir tanesi bende varsa ben de en adi şerefsizim. neden kimse hala beni keşfetmiyor? bu sorunun cevabını ilerleyen dakikalarda, yazarak düşüncelerimi toplarken keşfedebileceğime inanmak istiyorum. 

bir kere güzelim, abicim. megoloman değilimdir; ama doğruya doğru şimdi, güzelim, cidden! abartmıyorum, valla bak! ne burnum büyük, ne ağzım yamuk, ne gözüm fare gözü gibi... yüzümün şekli, tenim, sivilce ve makyaj miktarım... kesinlikle orta derecenin üstüne çıkacak kadar güzelim. boyum o kadar uzun değil; ama son zamanlardaki topuklu giyme çabalarımla bu farkı da yakında kapatacağım. sınav dönemi bir miktar aldığım kilolar dışında fiziksel bir kusurum da yok. uzun bacaklıyım, belim ince, göğsüm de erkek göğsü gibi değil, yani fiziğim de aslında gayet uygun, gayet güzel... çok paspal da giyinmiyorum, suratsız da değilim... gerçekten sevilesi bir kızım aslında yani, fiziksel açıdan bakarsak. çok gösterişli değilim; ama anladığım kadarıyla erkekler çok gösterişli kızlardan hoşlanmıyormuş zaten. belki de beni teselli etmek için öyle söylemişlerdir; oyuna mı geldim, bilemiyorum. 

sonra düşünüyorum,  bir sevgilim olsa nasıl olurdum, diye... bir kere her sabah "güünaaaydıııın!" diye mesajlarla cıvıldayan sevgili istemem; bir süre sonra patlarım. o ne öyle yaa; sabah sabah benim işim gücüm yok, mis uykumdan senin mesajınla uyanacağım, ifrit olacağım... hiç gereği yok böyle şeylerin. ya da "geçen gün beni neden üç değil de iki kere aradın?" demeyecek kadar mantıklı bir insan olduğuma inanıyorum. eğer bir adam beni günde üç öğün aramaya başladıysa "işin gücün mü yok oğlum; git dersine falan çalış!" cevabını alabilir. annem bile beni günde bir kere anca arayabiliyor; senin ne haddine? defol git kardeşim, işin mi yok bana yılışıyorsun! yerli yersiz mesajmış, aramaymış... sıkıştırmaya gelemem ben öyle. 

sonracığıma... her ne kadar aşık da olsan, çıkıyor da olsan "benim o" falan diye sahiplensen de; bir sevgilinin karışamayacağın şeyleri vardır. mesela, lise arkadaşlarıyla geçirdiği zamana karışamazsın. sen meşgulken gezdiğine karışamazsın. akşam rüyasında Angelina Jolie'nin taş hallerini görüyorsa, gene karışamazsın. bunlar "ya kız çok sıkıyor"a girer. mesela hiçbir erkek bana "şu arkadaşını sevmedim, sen de artık görüşme" diyemiyorsa (ki derse de alacağı cevap bellidir, "madem sevmedin, sen görüşmek zorunda değilsin" derim) ben de ona karışamam. ha neye karışırsın? lisedeki eski sevgilisiyle yalnız görüşmesine karışırsın. birlikte gitmek istediğiniz yerlere tek başına gitmesine karışırsın. e bu kadarı da olmalı bence, bir zahmet! yoksa sevgili olmanın özelliği ne, ne farkı kaldı bunun kankalıktan?
bir de, ne diyorlar, erkekler esprisine gülen kız severmiş. dünyada benden çok gülen yoktur herhalde. ota boka gülerim; babam sağ olsun, soğuk esprilere daha da çok gülerim. gayet sırıtkan, enerjik ve mutlu bir kızımdır; övünmek gibi olmasın. 

ayrıca her konu başlığı hakkında bir miktar bilgim vardır, merakımdan; dolayısıyla herhangi bir sohbet sırasında öküzün trene baktığı gibi bakmam. uçak kazalarına, felaket senaryolarına, makinelere ve işleyiş şekillerine özel bir ilgim var. korku/gerilim filmlerinde gülerim. kanlı işkenceli sahnelerden nefret ederim, o kadar ki midem kalkar; ama tıp okuyorum, bu da hoş bir tezattır. spora da ilgim var; hiçbir oyunu da sevemedim amerikan futbolunu sevdiğim kadar. futbolda "ofsayt"ın ne demek olduğunu bilen sanırım az sayıda kızdan biriyim - her ne kadar öyle bir kuralın neden var olduğunu hala anlayamasam da. ne işe yarıyor, sahi? kaleci için adil olsun falan diye mi? 

neyse. ne diyordum? hah. yeterince zekiyim, abuk subuk aptallıklar yapmam; ama abuk subuk sivrilmem de öyle. sakızı ağzımı açıp cak cak çiğnemem. kelimeleri yuta yuta, ağzımı yamulta yamulta konuşmam, duyduğum kadarıyla buna da sinir oluyorlarmış, ne kadar doğru bilemedim; ama ben şahsen öyle kızlardan nefret ettiğim kadar bir tek hamam böceklerinden nefret ediyorum, herhalde. 

ha evet, bir de bu var. çok büyük değilse böcekten korkmam, zehirli olmadığını biliyorsam yılandan korkmam, güve gördüm diye çığlık atmam. sadece hamam böceği gördüm mü kafayı yerim. ağaca tırmanmayı hala severim; ama tırmanacak uygun ağaç bulmakta zorlanıyorum son zamanlarda. üstüm toz oldu, diye ortalığı yıkmam. elim tozlandıysa çırparım geçer; yıkayana kadar ağzıma götürmediğim sürece bir sorun yok, su var sabun var. sağlam bir kızım, bir yerimi çizdim diye iki saat mızıldanmam. tanışma yıl dönümüymüş, yüzüncü günmüş; ben hatırlamayacağım için sevgilimden de hatırlamasını beklemem, hatırlarsa süpriz olur. doğum günümü bilse, bir de yıl dönümü kutlasa yeter, artar bile. hediye alınması kolay bir insanım; küçük bir gümüş kolyeye ya da bir dolma kaleme(gerçekten dolma ama, o tüplülerden değil) fena halde tavım. 

her çeşit müzik severim, her ortama ayak uydururum. metal konserinde kafa sallayıp ertesi gün rakı meze eşliğinde arabesk söyleyip "of uleynn!" diye naralar atabilirim. uykusuzsam, hastaysam veya başım ağrıyorsa ruhsuzumdur; bunun dışında huysuzluk yapıyorsam kesin az önce biri beni uyuz etmiştir. gereksiz huylarım yoktur. trip atmayı da, atanı da sevmem. çok sinir olduysam suratına açık ve net söylerim. uygunsuz yerlerde kavga etmem, susmayı tercih ederim; daha uygun mekanlarda sövmek hoşuma gider. bence intikam, sadece bir oyunken güzeldir ve en iyi hali, yüzünde bir gülümsemeyle servis edilendir. 

bakayım? şimdi en baştan okuyorum, gerçekten ideal kız tiplemesine o kadar yakınım ki! çok kolay bir kızım. sadece ilk hamleyi asla ben yapmam, karşımdakinden beklerim, çekingen davranırım; ama sanırım böyle olmayan kız bulmak için de önceki hayatlarının hepsinde dünyayı kurtarmış olması lazımdır insanın. 

peki biri bana açıklayabilir mi, ben neden hala sapım? çok mu "arkadaş" olarak görülüyorum insanlar arasında? "bu kızın kesin bir sahibi vardır" falan diye mi pas geçiyorlar yoksa, acaba? n'apsam, boynuma "sevgili aranıyor" diye tabela mı assam? işe yarar mı ki? denemek lazım... 

7 Haziran 2011 Salı

Aşkım Artık Beni Aramasan, Olmaz Mı?

iki sabahtır yılışık sevgilimin aramalarıyla güzelim uykumdan uyanmaktan bana bay geldi. gözlerimin altında morluklar var. uyku düzenimi bilip bilmeden arayıp duruyor; ben ezanı duymadan yatıyor muyum da, sen beni hangi cesaretle sabah 10'da arayıp uyandırıyorsun?? neyse, bunu da boşayacağım bir gün gelecek. 


önceki sevgilimle aramız ne kadar iyiydi oysa ki! ne arayıp yorardı, ne çok sık mesaj atardı... sekizinci sınıftan beri gayet mutluyduk biz onunla. gayet iyi, gayet işe yarardı. iyi ki ilgisizlikten bir şikayet ettik! gelen gideni aratırmış, derler ya... bu yenisi pek bir nazlı, pek bir yapışkan. yüzsüz; suratına kapatıyorum, ertesi sabah gene arıyor. her gün en az üç mesaj atmazsa içi rahat etmiyor. sıkıldım artık. geri Turkcell'e geçeceğim, o olacak!


ya, siz ne sanmıştınız? bende sevgili ne gezer? tek mesaj atanlarım hatlarım. TCell o konuda çok iyiydi. ben de şahsen tarifemden oldukça memnundum. ama avea'nın fırsatları daha bir iyi gibiydi. evden ayrılıp farklı şehirlerde yurtta kalmaya başlayalı faturaları iyice azmıştı annemin. biz de uyduk babamın sözüne, geçtik aveaya. 


şimdi her gün üç mesaj geliyor en az aveadan. mesaj kutum ağzına kadar dolu; utanmasa taşacak ve tabii ki hepsi çok sevgili aşkım operatörümden. aaa, başkasından olur mu hiç? belki araya bir iki tane arkadaşlardan sıkışmıştır. 


yaklaşık bir haftadır da aveanın şu 444'lü müşteri hizmetlerinin aramaları sıklaşmıştı. artık tanıyoruz, açmadan kapatıyoruz. tabi canım, taktik geliştirdik biz de! olsun o kadar. tabi adamlar bu taktiği de çok çabuk keşfetti. dün sabah 10'da aradılar; 12'de kalkacağım da yedi saat uyumuş olacağım, öyle hesaplıyorum. neyse, numara tanıdık değil, bildiğin cep numarası. boğazımı temizleyip açtım. 


"iyi günler, ben Avea Müşteri Hizmetleri'nden arıyorum. bu hat Baba Çaylak adına kayıtlı, şu anda siz mi kullanıyorsunuz?" dedi, şu sesi telefonda iyi çıkan adamlardan bir tanesi. şaşırdım,, boş bulundum "evet" dedim. adımı sordu, söyledim. sanıyorum kayıt falan edecek... "Çaylak Hanım, size özel fırsatlardan, bilgilendirme, falan feşmekan..." diye aldı sazı eline adam... müsait miymişim... "değilim!" dedim. "ama çok kısa bir bilgilendirme o zaman..." falan diye uzatmaları oynadı benimle... "yok istemiyorum." dedim. "sesinizi çok net alamıyorum şu anda." dedi. bende film koptu, belli etmedim. "gerek de yok zaten, şu anki durumumdan memnunum, değiştirmek istemiyorum!" dedim. tam kapatacağım, "ne zaman müsait olursunuz?" diye atladı. "olmam! iyi günler!" dedim; eğer o sırada ettiğim beddualar tutsaydı, şu anda o adamın bir parçası bile bulunamıyor olurdu. 


ancak ne yazık ki o kadar şanslı olamadım ve aynı adam, aynı numaradan bu sabah yine aradı. hattın sahibi Baba Çaylak'la görüşmek istediğini söyledi direk. benim cinler tepeme çıktı. "hayır, görüşemezsiniz; bu hattı şu anda ben kullanıyorum ve tarifemden de memnunum! beni bir daha aramayın!" diyerek tek kelime daha ettirmeden suratına kapattım telefonu adamın. gene sabah sabah sinirimi bozdu. benim yılışık, yavşak, yapışık sevgilim.. 


bu sabah, dünkü ve bugünkü numaraların aynı olduğunu keşfettiğim andan beri, beni iki sabahtır alarmımdan bir saat önce uyandırmayı başaran o lanet numara kara listemde ve engelli. eğer bir kere daha aranırsam müşteri hizmetleri tarafından, ya bu hattı kıracağım, ya geri TCell'e taşınacağım, ya da sayıp söveceğim inatla beni arayan o adama ki bir tıpçı olarak eminim ki saydığım hiçbir küfür hoş olmayacak. aslında, çok yaratıcı da olabilir, bilemiyorum; ne açıdan bakıldığına bağlı.


sesimi çok net alamıyormuş... güzel bahane. bir dahaki sefere anlamak istemediğim bir şey söylediğinde birisi, bunu kesin kullanacağım. 

5 Haziran 2011 Pazar

Sınav Öncesi Odaları

pasaklılığın dibine vurmak neymiş, ben üniversitede öğrendim. aile yanında yaşarken asla edinemeyeceğiniz bir deneyimdir bu; kendi evinizde de olmaz, mümkün değildir. sadece yurt odasına özgü, normalde sınav önceleri görülen bir pisliktir ve başka yerlerde görüldüğü anda tiksinilirken, yurt odasında gayet normaldir. oda,o haliyle, utanmazca insanların ziyaretine açılır ve hiçbir misafir odanın korkunç derecede pis olduğu gerçeğinden gocunmaz. oda sahipleri hala odaya girerken terlik değiştiriyorsa; bu, dışarıyı odanın pisliğinden koruma niyetindendir. oda sahipleri çevreci olabilir; ama bu odanın temiz olacağı anlamına gelmez. 


masaların üstünde kullanılan kısımların tozu alınır; yukarıdaki depo kısımlara dokunulmaz, özenle sanatsal bir eskime sürecine maruz bırakılırlar ve o kısmın tozları alınmaz. küçük boy buzdolabının üstü kirli bardaklar, şişeler, tabak, çanak, kaşık, çatal, bitmiş süt kutusu, ıslak mendil paketi, kettle, kahve, krema, abur cubur paketi, ekmek kırıntısı, bitmiş zeytin ezmesi kavanozu gibi şeyler tarafından tamamen işgal edilmiştir. 


bulaşıklar asla yıkanmaz. oda sakinleri durup durup birbirlerine "bulaşık yıkasak ya.." derler, ama bu fikir asla hayata geçirilmez. bulaşık yemekten önce yıkanır; zira odanın o anki durumunda böylesi çok daha steril ve oda sakinlerinin sağlığı açısından çok daha hayırlı olacaktır. bulaşığın yıkanmama kaderine çamaşırlar da maruz kalır. oda sakinlerinden biri bir gün banyodan çıktığında giyecek don bulamayana kadar çamaşır yıkanmaz. hatta belki o zaman bile yıkanmayabilir; donu biten oda sakini en temiz donlarını hazır banyodayken yıkayıp kurutarak bir süre daha idare edebilir; neyse ki bu yöntem çok sık tercih edilmez. 


odanın bir köşesinde asılı en az üç dolu çöp poşeti bulunur. genel çöp toplama yeri aslında on metre uzakta, tuvaletin oradadır; ama o çöpler artık odanın bir parçası olduğundan atılmaz, atılamaz. oda sakini dersten sıkılıp oyalanacak iş aramaya başlayana kadar o poşetler odanın bir köşesinde dekorasyon ve oda kokusu niyetine durmaya devam eder. bazen bu çöp egemenliği çok güçlenir ve çöpler odanın tamamını işgal etmeye karar verir. masasının üstünde, bilgisayarının yanında, ders notlarının arasında abur cubur paketi görmekten bıkan, deliren, çıldıran oda sakini etrafta bulduğu çöpleri kaptığı gibi poşetlerin topuna da tekmeyi basar; ender görülen bir durumdur, istisnadır, kaideyi bozmaz. ayrıca çöp kutuları, poşet olmadıklarından, bu duruma dahil değildir. sınav öncesi bir çöp kutusu dokunulmazdır; hiçbir ahval ve şeraitte boşaltılamaz. 


yerler, odanın kendisinden ayrı bir organizma halinde hayatına devam etmektedir. sınavın sonuna kadar yerden mümkün olduğunca uzak durulması, oda sakinleri için hayırlı olacaktır. zira o yerin üzerinde ne çeşit organizmaların yaşadığını bir yer bir Allah bilir. yatakların altınaysa mümkünse hiçbir şartta bakılmamalıdır, şayet bakılırsa saç, toz, çöp, şişe ve düşürülmüş tokalardan oluşan bir yatak altı canavarı aşağıdan uzanıp kendisine bakan oda sakinini yemek suretiyle bir kaos ortamı yaratabilir. bir sınav öncesi odasında yatak altı canavarları, ne kadar mümkünse o kadar canlı, o kadar gerçektir, vardır, inanınız. 


oda sakininin dağınıklık seviyesine göre  masayı işgal etmiş peçete, kağıt ve kalem parçaları, yatağı işgal etmiş kıyafet, çanta ve iç çamaşırları da görmek mümkündür, şaşırılmamalıdır. eğer bir sınav öncesi dolabı açılırsa; muhtemelen çabuk hazırlanabilecek yiyecekler, bol miktarda abur cubur, kafeinli ve şekerli soğuk içecekler, uygun miktarda ilaç(ağrı kesici, bulantı ilacı, vs...), yeterli miktarda çikolata, depo süt ve eser miktarda meyveyle karşılaşılır. uygundur, lazımdır. ekmek ve bisküviler muhtemelen bir çekmecede veya rafta saklanmaktadır, buzdolabında aranmamalıdır. 


bu mükemmel şartlar altında, hiçbir şeyi umursamadan sınavına hazırlanan oda sakininin de davranışlarını hoş görmek lazımdır. hele hazırlanılan sınav bir finalse ya da tek ders finali kadar ağır bir sene içi sınavsa, oda sakini notlarını okurken durduk yere gülmeye, ağlamaya veya kızıp bağırarak söylenmeye başlayabilir; olağan bir durumdur, görülebilir. ilerleyen zamanlarda sebepsiz ve müziksiz bir şekilde göbek atmaya başlayan oda sakininin yapacağı diğer normal olmayan hareketler de hoş görülmeli, yok sayılmalıdır.


tabii ki bu anlattıklarımın hepsi gerçektir, yaşanmıştır, mümkün ve olan olaylardır. hafife almayınız. ayı oynatmıyoruz biz de burada!

4 Haziran 2011 Cumartesi

Ders Geyikleri

hani sınavlara, özellikle de finallere çalışırken birden bire sebepsiz yere başlayan, yarım saat dönen o geyikler vardır ya? hep onlara fena halde yazık olduğunu düşünürüm. zira o sırada odada bir kamera olsa muhtemelen Cem Yılmaz'dan daha komedi bir şov ortaya çıkacaktır. sırf bunun için odaya bir kamera yerleştirebilirim. hayır, bu sadece şakaydı. 


hele bir tıpçı olunca dönen ders geyikleri çok daha tuhaf ve komik olabiliyor. hocalar zaten bir alem, biz de bir başladık mı dalga geçmeye, sonu gelmez o geyiğin. on dakikalık mola olur sana üç saat, beş saat, gittiği yere kadar. gülmekten yorulana kadar, ders yalan olur bu durumlarda... tabi muhabbeti anlayana. ama suç da bizde değil şimdi; öyle laflar ediyorlar ki bazen... 


bizim dünyamızda "kaset notu" diye bir şey vardır. derse girilir, ses kaydı tutulur, birisi o kaydı dinleyip hocanın verdiği slaytları da düzenleyip yapıştırarak bir not yazar, Malum Kırtasiye'de o not basılır, satılır, öğrenciye hayır işlenmiş olur. derslere girerek sınıf geçemeyeceğini, sosyal kalmak istiyorsa derse girmekle kendi çalışmak arasında seçim yapması gerektiğini idrak eden öğrenci de o notları spiralli bir şekilde alır, o notlara çalışır. ders notu yazmaksa oldukça sıkıcı bir iştir. dolayısıyla yazan mazlum şahıs araya hocanın esprilerini, komik diyalogları, gafları falan sıkıştırır ki iyice çekilmez hale gelmesin not. sonuç: odada oturmuş karşılıklı ders çalışıyorken, çalışan taraflardan biri birdenbire gülmeye başlar, olay kopar. 


mesela bir örnek: daha az önce Panda'yla karşılıklı ders çalışıyorduk - ben masaya oturduğum için böyle bir şey mümkündü tabi. ve Panda o malum tuhaflıklardan birine denk geldi: "Başarılı bir enfeksiyon için..." başarılı enfeksiyon mu? "sen kimin tarafındasın amca yaaa!" diyesi geliyor insanın. diyorum, bu doktor milletinin hepsi bir tuhaf. adam mikrobiyolojici olalı beri o kadar özdeşleştirmiş ki kendini mikropla, artık mikrobun bakış açısından düşünüyor her şeyi! aslında çok masum bir şey o virüs! bazısı beceriksiz oluyor, adam öldürüyor; bazısı çok başarılı bu enfeksiyon işinde! kanıt mı? hocanın slaytından aynen alıntıdır: "viral enfeksiyonların büyük bir bölümü asemptomatik(belirtisiz) olarak izlenir. virüsün konağa zarar vermek ya da öldürmek gibi kötü bir niyeti yoktur!" yani o kadar mazlum bir şey ki bu virüs! evsiz barksız, yavru kedi gibi bir şey, hiçbir kötü niyeti yok; sadece sana sığınmış, yavrum, yazık, ev hayvanı falan gibi olası var senin için. sen yaşayacaksın, o da sana yamanmış, sana dokunmayacak, artıklarını yiyecek, falan... yaşayıp gideceksiniz. hem kocaman organizmasın; ne olur ki sanki yani minnacık şeye azıcık baksan? eline mi yapışır? bir şey de yapmayacaksın ki; o sana çaktırmadan halledecek her şeyi! fena halde safım saf, iyi niyetli yani; sezercik mübarek! iddia ediyorum; bu adam muhtemelen gizli gizli kendine virüs falan enjekte etmiştir, isim bile koymuştur, canı sıkıldıkça dertleşiyordur...


bir de aptal semptomlar var ders çalışma işini fena halde sabote eden böyle, hocaların tuhaflıklarından başka. daha yeni gut hastalığını çalıştım; duyduğum en aptal semptomla da orada karşılaştım. "özellikle hallux metatarsofalangiyal eklemini tutan ağrılı artirit" bu semptomun tanımı. ama ne demek? "ayak başparmağının dibini tutan ağrılı eklem iltihabı"... ne aptal bir semptomdur o yaa?? benim ayak başparmağımın dibi ağrısa sallamam bile, "herhalde incittim" falan derim yani! baba düşünsene, doktora gidiyorsun grip diye, neyin var falan diye soruyor falan filan, en son "başka şikayetiniz, ağrıyan yeriniz?" diyor, "haa, ayak başparmağımın dibini de incittim herhalde, bir ağrı kesici pomat..." derken sen, "a evet, gut olmuşsunuz siz." diye gülümsüyor adam sana... var mı böyle bir dünya yaa? ahahah, gülüyorum!


üçüncü bir olay da anlık gelen saçma sapan cümleler. bu konuda Panda bir ekspert olmuş, eline kimse su dökemez. geçen gün kantine inmişiz, ders çalışıyoruz... evet, öyle bir fantazimiz var... ben dersin birinden bir şeyi anlamadım. o da benden iki dakika önce okumuştu o konuyu, bana açıklamaya başladı. anlattı, anlattı, anlattı... ben de dinliyorum; ama ağzının içine düşeceğim az kalmış, o kadar mantıklı geliyor ki söyledikleri! sanırsın ordinaryus profesör doktor oturmuş karşıma anlatıyor konuyu, o kadar yani. çok inanıyorum, her bir kelimesini aklıma yazıyorum... sonra durdu durdu, dedi ki: "bu böyle oluyor sanırım... çok sanıyorum ama... yani kocaman bir 'sanırım' var orada; dikkat et, o 'sanırım' kocaman..." 
boğulacakmış gibi gülmeye başlamam yarım saniyemi aldı. 
sanırmış! bunun üstüne dönen muhabbetleri şu anda hatırlamıyorum; ama olayın saçmalığına durup durup güldüm yarım saat. tabi o kadar komik gelmiyor böyle anlatınca; önce bir ders stresinin sarması lazım ortalığı. bünye gerilecek, gerilecek, sonra böyle bir kopma noktasında dağılıvereceksin. 


bir de vücudun şahsi tuhaflıkları var. insan vücudundan bir film çeksen çok manyak bir seri çıkar! "İçimdekiler 47, coming soon!" manşetlerde böyle dev puntolarla... tabi o zamana gazeteler hologram olmuş... "efsane serinin yeni filmi çıktı!" falan; yedi jenerasyon gelmiş geçmiş, millet vasiyetine yazıyor "ben öldükten sonra çıkan filmleri getirin mezarımda da oynatın" hatta bir de mezarlık matinesi çıkarıyorlar sırf bunun için... 


ya da yanlış anlamalar. yine Panda'dan direk alıntı... diyeceğim ama önce konuyu açıklamam lazım. lenfosit dediğin o şey bağışıklık hücresi. bu şey her yerde var; ama yerine göre tip tip bunlar. mesela cildin altında olanlar var yüzeyel onlar, daha dipte yağların kasların orada olan var, onlar da derin olanlar... Panda da bu kısmını okumakta bağışıklık sistemi konusunun. genetik hastalıkları ezberliyorum o sırada, konu bana çok uzak; birden Panda'dan şaşkın bir ses yükseldi: "'Yüzeyel lenfositler derinin altındadır.'.. nasıl yaa? derin yüzeyelden yüzeyelde olur mu?" 
şaka değildir, soğuk espri hiç değildir; gerçektir, yaşanmıştır...
"evet, Panda, ters koymuşlar onların adını, canları sıkılmış... belli olmaz bunların sağı solu..." diyesim geldi.  yarım saat güldüm yine. 


bunlar bir de sadece bir kısmı olayın; hatırlayabildiğim kadarları, verdiğim küçük örnekler... işte bu yüzden acıyorum ders geyiklerine. 
bu cevherler kaybolmamalı!!

3 Haziran 2011 Cuma

Çakma Sarı Çıyanın Derdi...

...beni mi gerdi? evet efendim gerdi. o çakma sarı çıyan belli ki doktorların her daim çok rahat bir hayat sürdüklerini, para içinde yüzdüklerini, insanlara keyfinden test yaptırıp, muayene şeysine sapıklık yapıp, gece nöbetinde içip içip coştuklarını falan sanıyor. hasta mazlum, hasta acıların çocuğu, doktor kötü adammış bu filmde. ben o film şeridini alıp, her bir karesini dürüm yapıp yedirmez miyim adama? perdesi de tuz biber olur!

böyle insanlara ifrit oluyorum. böylesini alıp koyacaksın iki gün "gel sen yap" diye, ölmezse şerefsizim. kadının yaptığı iş her gün üç kağıda kaşe basıp beş telefona bakmak; boyatmış saçları civciv sarısına, kıpkırmızı boyamış ince dudaklarını, taşlı gözlüğüne bir boncuklu ip geçirmiş süs olsun diye, bacak bacak üstüne atıp dikmiş burnunu havaya, bana laf ediyor! ettirmem efendim! 

aslında her şey oldukça masum ve sakin başlamıştı. bir tanıdığın iş arkadaşı Sarı. cici cici okuduğum okulu sordu. tıp dedim. öylesine bu söylenir mi, güzel sanatlar diyeydim ya! ama yok, saf saf güzel sanatlar dedim ben. ve her şey başladı. ne kadar güler yüzlüymüşüm, benim gibi doktorlara ihtiyaçları varmış, artık doktorlar hastalarına hiç güler yüz göstermiyorlarmış, hiç ilgilenmiyorlarmış, devlet hastanesindeki doktorların hepsi yatıyormuş, kapıda hastalar bekliyormuş, kimse kimseyi umursamıyormuş, falandı da, filandı da... fesuphanallah, dedim, çektim sineye... 

içimden saydığım küfürlerin haddi hesabı yok. bulduğum yerde yapışacağım yakasına. böyle insanlar yüzünden doktorları bir boş, bir rahat sanıyor herkes. sanki her gün geliyor hastaneye, gelene bir ağrı kesici yazıp yolluyor, sigarası ağzında çayı önünde, bir yandan da gazetesini okuyor, o sırada mazlum hasta sırada dışarıda boynu bükük beklemekte, sonra hemşireyle kırıştırıyorlar falan... keyfinden mi ilgilenmiyor yahu bu adam seninle? onun da işi gücü var, kafasında kim bilir kaç bin senaryo dönüyor, yatırdığı hangi hastanın durumunu düşünüyor, hangi profesörün nazını çekmiş, hangisinden azar yemiş... o da ister o günkü üçüncü hastası ol, yarım saat vakti olsun, adam seninle güzel güzel ilgilensin, şakalaşsın, muayeneni yapsın falan... da adamda hal mı kalmış sana bakacak? bir empati yap, diyeceğim ama Sarı'da o beyin ne gezer? 

sanki doktora fırsat bırakmışlar gibi bir de isterler. adam her gün yüz hasta bakıyor; her birine beş dakikadan(performans yasası böyle, lütfen!) beş yüz dakika, 8 saat 20 dakika... gelen herkesin bir sorunu var, herkes sıkkın bıkkın, herkeste bir memnuniyetsiz yüz ifadesi... şimdi buradan çıkacak, akşam acil serviste nöbete kalacak; sonra ertesi gün gelecek yeniden klinik görevinin başına... bu sırada birkaç hasta yatıracak, hastalarından birkaçı ölecek... eğer asistansa bu sırada ayrıca ders çalışacak, vizitlere gidecek, rapor yazacak, ayak işi yapacak, uzmanının nazını çekecek... adamın ah'ından çoktan geçtim, vah'ı bile kalmamış artık! sonra sen gireceksin muayene odasına memnuniyetsiz bir suratla, adam o günün dördüncü kahvesinde, seninle ilgilenip tanı koyabilmek için zaten beş dakikası var, sağlıklı insan yüzü görmeyeli yıl olmuş, bir de kısıtlı vaktinin içinde sana sırıtacak, hal hatır soracak, falan... bunu yapmayı küçük, yuvarlak, dar kotlu kıçın yiyor mu, Çakma Sarı Çıyan?

ha bir de şu var: "bilmem kaç ay önce gittiği hastanede teşhis konmadı, ilgilenmediler, yanlış tedavi, zart zurt, şimdi bu bu hastalıktan hayatı kaydı" dramları, hani televizyonda sıkça çıkanlar... bunları da söyledi saydırdı Sarı. gene doktorun hiçbir suçu yok! vallahi sütten çıkmış ak kaşık şu durumda doktor! vallahi bak! o bahsi geçen hastalık var ya? muhtemelen teşhisi çok zor, klinikte çok nadir görülen, uzun süreli takip isteyen, kırk başka hastalıkla karışabilen, çok çok az belirti veren, teşhisi için özel tahlil gereken bir hastalıktır. doktorun da beş dakikası var ya bakmaya? beş dakikada rutin muayenesini eder, tatmin olmazsa rutin kan tahlillerini ister, her şey genel olarak normaldir zira bu hastalık ince eleyip sık dokumak ister. tüm test sonuçları gribi ya da faranjiti falan gösterir, doktor da ona göre ilaç yazar. üç ay sonra bir bakarlar, çok nadir bir hastalıkmış aslında, ilerlemiş, falan filan... doktorun suçu ne burada? tecrübeli olması mı? hasta hikayesinin derinine inecek vakti olmaması mı? kuruntulu olmaması mı? müneccim olmaması mı? hastanın on gün sonra kontrole gelmemiş olması da mı doktorun suçu yoksa? Sarı? sen ne dersin? 

bir de fönlü civciv saçlarını savura savura, dudaklarını büze büze, kirpiklerini süze süze aşağılamıyor mu? şeytan diyor tut o ağzı caaaart diye yırt ikiye, yol o takma kirpikleri, sonra dola o saçları eline, dola, dola, dola, çek, çek, çek, inceldiği yerden kopasıya dek boynu... ya da hiç o kadar uğraşıp elini kana bulama. daya namluyu alnına, dağıt beynini; çok bir pislik de yapmaz hem, kaç gramdır ki?

2 Haziran 2011 Perşembe

Dersler... Evet, Tabii.

iki gündür deli gibi ders çalışıyorum. tamam, aslında o kadar da fazla çalışmıyor olabilirim; ama iki gündür adam gibi dizi bile izlemiyorum. mekan değişikliği yaptık, Panda ve ben. yurt odası minnacık yer, boğuyordu artık bizi. önce kantine, sonra yurdun bahçesine yerleştik. güzel oldu. ders konusunda büyük ilerleme kaydediyorum, sanırım. 


ama iki günlük dizi perhizimizi bugünkü City Hunter seansı iyi bozdu. Lee Min Ho dersle aramıza girince bayağı dağıldık. adam iyi, hoş, tamam ama bu tiplemesi cidden fazla hoş olmuş. dizi beni fena halde sardı. ilk bölümündeki çingene pembesi pantolonunun şokundan sonra ikinci bölüm de ilaç gibi geldi zaten.


kore dizilerine verdiğimiz ara son bulmuş bulunmakta, belli olduğu üzere. çok sarıyor, diye izlemiyorduk; ama anladık ki onlarsız da olmuyormuş. yani, en azından ben anladım; Panda'yı bilmem. adamlar bağımlılık yapıyor, inanmayan denesin. denemesi bedava. ama uyarayım, izlerken asla yalnız olmamalı insan; geçirdiği krizi paylaşacak kimse olmayınca çok içine oturuyor. yazın ne yapacağımı ben de gerçekten bilmiyorum. 


yaz için dizilerim bilgisayarımda istifli gerçi; babam bana "gene yedin kotayı" diye saydıramaz. güvenceye aldım kendimi. zaten iki ay bir tatilim var, o kadarcık da çekmeli bence beni.


aa, yazın demişken; TRT "Personal Taste" dizisini satın almış; bu yaz yayınlayacakmış. ben diziyi bitirdim elbette; Lee Min Ho oynuyor sonuçta. ama ben orjinal sesiyle izledim, Türkçe altyazılı. bu dublaj olacak. ne sıklıkla yayınlarlar bilmiyorum, zaten on altı bölüm bir şey; ama her halükarda ben oturur onu takip ederim. gülmekten ölebilirim, yadırgayabilirim, aşağılayabilirim; ama bu izleyeceğim gerçeğini değiştirmiyor. Lee Min Ho'ya bakıp bakıp iç çekeceğim gerçeğini de değiştirmiyor. Lee Min Ho "game over" deyip de kızı öptüğünde eriyip biteceğim gerçeğini de değiştirmiyor... 


Koreli milletine buradan seslenmek istiyorum: lütfen... ama lütfen... gösterip de vermemeyi keser misiniz? bu çok zalimce!


zaten bugün Lee Mİn Ho'nun twitter'ını takip etmeye başladım, yarısı korece... korece öğrenesim geldi...


aklımı başıma devşirip mikrobiyolojimin başına dönmeliyim bence...