29 Mayıs 2011 Pazar

Büyümüş de Öğüt Verirmiş...

haziran yaklaşırkene içimden bir ses üniversite için tercihlerin yapılmasının yakın olduğunu söyledi. gülmeyin, ÖSS'ye gireli iki yıl oldu, bir de tercihleri mi takip edicem, işim gücüm yok? içimdeki sesi dinliyorum işte; doğru ya da yanlış!
ehem, ne diyordum ben? evet, işte o içimdeki ses aynı zamanda dedi ki; yazıktır günahtır bu liseli kullara, ne çektiğini anlat da biraz bilinçlensin kendilerine gelsinler. abla olduk, de mi? yaşlandık be! valla, alnım kırıştı...
dur, konuyu dağıtmadan, şimdi...
sevgili liseli cücüklerim, annesinin yalvarmalarına rağmen tıpa gelmiş bir insan olarak en objektif bakış açısını benim sunabileceğime inancım tam. eğer ben bile "tıpa gelmeyin" diyorsam vardır bir bildiğim. ama tabii ki aranızdan inanan bir Allah'ın kulu bile çıkmayacak, o yüzden tamamen objektif bakış açısıyla naçizane bilgilerimi arz edeceğim. sıkılmayacağınıza garanti verebilirim, üşenmeyip okuyunuz. yok, çok uzunsa, parçalayıp böldüm; ilginizi çeken yerleri okuyun... ya da okumayın canım, n'apayım şimdi? 

konu başlığı: Tıp Nedir?

tıp, sayısal seçip mühendislik istemeyenlerin, annesi tarafından "kızım/oğlum doktor olacak benim!" diye dolduruşa getirilenlerin, amaçsız olduğu için ailesi tarafından yönlendirilen ve her fırsatta "benim ne işim var burada?" diyenlerin, doktorluğu sırf parası için isteyenlerin ve benim gibi doğuştan tıpçı, uzaydan inme insansıların doluşup toplaşıp okuduğu bir şeydir. pekala kutsal bir meslektir; ama kutsal olan herhangi bir işin kolay olduğu görülmüş şey değildir; misal, annelik. dolayısıyla tıp aslında biyokimya, organ, damar, sinir, mikrop ve parazitler vücudunuzdaki bilimum delikten fışkırıncaya kadar okuyacağınız, formaldehit kokusuna bağımlı olup bir yerden sonra yanınızda şişeyle taşıyacağınız, kafeinin damarlarınızdaki kanın bir alyuvar kadar parçası olacağı bir eğitim fakültesidir.

alt başlık: Yolda Bir Kedi Gördüm Geçen Gün...

doktorluk hakkında bir kaç yanlış vardır, inatla her liseliye söylenmeye devam eden. birkaç örnek verip bir an önce böyle hayal kuranları gerçeğe döndüreyim. 

doktor oldun mu kıçını eskimiş parayla sileceksin, demek değildir. bir pratisyen hekimin maaşı, herhangi bir öğretmen maaşından düşüktür. hastane içi döner sermaye diye bir halt vardır; doktor oradan biraz ekstra para alır. ayrıca, en son çıkan performans yasasıyla her doktora baktığı hasta kadar para verlieceği söylendiğinden, iyi ve ilgili doktorlar şimdi eskisinden daha da fakir, denebilir. ama bir imajı olduğu için halk gözünde, her zaman iyi giyinmesi, iyi görünmesi, iyi bir semtte oturması, iyi bir arabaya binmesi beklenir; olmayana pinti denir. hayır efendim, olan doktor harcamasını da bilir; yoksa yoktur işte. gel bir de bunu etrafına anlat. 

hiçbir doktor havadan prof. olmaz. bir kere önce uzmanlık alacaksın. sonra araştırma yapıp makaleler yayımlayacaksın; o makaleler dergilerde çıkacak, sen de puan toplayacaksın. sonra tez yazacaksın, sunum yapacaksın, doçent olacaksın. sonra aynısı bir kere daha, bir kere daha... öyle şak diye prof olunmuyor yani. sen prof olacam derken japonyada "android doktor" diye bir şey yaparlar, görürsün hanyayı konyayı. 

hiçbir doktor mezun olur olmaz ünlü estetikçisi olup parayı kırmaz. aksine, önce TUS için çalışır iki sene, gider beş sene uzmanlık yapar, sonra çevreden başlar yağ almaya, yüz germeye, burun murun yapmaya... çok iyiyse, yani her gelen memnunsa, çok da şanslıysa, kaderinde de varsa, belki iki üç seneye adı bilinmeye başlar; o da bulunduğu şehirde... 

doktor oldunuz diye rahatlamazsınız; aksine stres altında "bana düştü dünya derdi usandım allahım, kıyamet mi kopacakmış, amaaaan!" diye kıvıraraktan bir yandan da elinin altındaki trafik kazazedesinin yarasına dikiş atmayı öğrenirsiniz. bir yandan hastanın ve yakınlarının dırdırı şikayeti, bir yandan evrak işleri, bir yandan üstlerinin nazları, hakaretleri, ayak işleri... doktorluk rahat bir meslek değildir.aksine bütün bir ömrü isteyen, sömürücü, bencil, antiseptik kokulu, yorucu ve çökertici bir şeydir. 

doktorluk, saygınlık demek değildir. artık değil. gelen hasta tipinizden hoşlanmadığı için size hakaretler yağdırıp odadan kovabilir; karşılık veremezsiniz. buna karşın, sizin önünüze daha geçen ay bilmem kaç kişiyi öldürmüş bir adam getirdiklerinde, onu tedavi etmeyi reddedemezsiniz, ya da ölmesine sebep olamazsınız. ya onu tedavi etmeyi kabul eden bir doktora teslim ederek atabilirsiniz başından; ya da ona bakacaksınız. ayrıca, gelen hasta veya hasta yakınlarından dayak yiyen doktorlar da var artık; hatta bu yüzden ölen bir tanesi bile varmış, yeni öğrendim. yani kimse sizin ağzınızın içine bakmayacak. gelen hastaların hepsi semptomlarını internetten araştırmış olarak gelecek ve muhtemelen her lafınıza muhalefet, sizden daha iyi biliyormuş gibi her şeyi, size tedavi yöntemi önerecekler. "buyur, gel, sen yap o zaman; sen okudun sanki altı sene artı beş sene uzmanlık!" diyemeyeceksiniz. yani bir benliğiniz olmayacak. 

doktor hatası diye bir şey yoktur. yani vardır, ama yoktur. yani, doktor da insandır; ama asla bu düşünülmez. mesela bir beyin cerrahı elinden gelenin hepsini yaptıktan sonra bile hasta ölüyorsa, aslında bu doktorun hatası değildir; ama hasta yakınları suçu doktorda bulup dava açacaktır. mesela, teşhisi zor bir hastalıkta tanı sürecinde hasta ölmüşse, tanıyı koyamamış olduğu için doktor suçludur; hastayı doktor öldürmüştür. yani, doktordan her şeyi mükemmel yapması beklenir. doktor hata yaptı mı yedi ceddine sövülür. doktorun elinde hasta öldü mü, sorumlu doktordur, başkası değil. bu yüzden doktor hatası yoktur; eğer doktor hata yapmışsa "doktor ihmali" denir, hatası değil.

eğer hala tıptan soğumadıysanız bir sonraki aşamaya geçiyorum. 

ikinci konu başlığı: İnsandan Tıpçıya Dönüşmek

liseye konuşmaya gelen, ikinci sınıfın yarısını geride bırakmış tıpçılar varsa onlara uzaydan gelmişler gibi tedbirli yaklaşmalısınız. her an ağızlarından sizin kanınızı donduracak ama onlara gayet normal gelen bir cümle duyabilirsiniz. normaldir, onlar artık tıpçılığa giden yolda geri dönülmez aşamaya gelmiş insanlardır. Ray-Ban gözlüklerinizi takıp ipek mendillerinizle kibar kibar gözlerinizi silebilirsiniz. 

bu insandan tıpçıya dönüşümün başlangıcı, ilk anatomi dersiyle olur. bundan öncesinde aslında tıpçı hala bir şekilde insandır. ben kendi adıma konuşacağım; ben hazırlık sınıfını atladım ve bu yüzden direk biyokimya ve organik kimyadan derslere daldım. ilk sene oldukça boştu aslında, yaklaşık bir lise üç gibiydik. sene boyu dört komite sınavı, bir kaç pratik sınav ve bir de final sınavıyla yaşıyorduk. komite nedir? belli bir süre boyunca belli bir konuyla ilgili tüm dersleri görür, sonrasında onlardan, ÖSS gibi toplu test sınavı olursun. ilk sene komiteler ikişer ay sürüyordu. her komite ezberlememiz için yaklaşık 700 A4 sayfa notumuz oluyordu. finalde bunların hepsinden sorumluyduk. gayet rahat bir seneydi. sonuç olarak hala insandık, hala anatomi görmemiştik, hala latince bimiyorduk. bu travmayla karşılaşmamız ikinci senemizde oldu. dönüşüm işte böyle başladı. 

hatırlar mısınız; böbrekte nefron diye bir şey vardır. bir Bowman kapsülü(o adamı öldüresim var, burnunu sokmadığı organ kalmamış), bir glomerülü, giren ve çıkan arteri, bir de toplama kanalları vardı. orada bir henle kulbu vardı, geri emilimin olduğu; bir de iki tane tübül vardı. lisedeyken onlara "aman ne kadar karışık! ne kadar aptal isimler! ne demek ki bu, nerden bulmuş koymuşlar ona o adları!! Allah bin belalarını versin!!!" diye söverdik. tamam, bunu aklınızda tutun. 

anatomiye ilk başlandığında lise biyoloji bilgilerinin çoğu çoktan unutulmuştur; ki bu aslında çok hayırlı bir şeydir. zira lise biyoloji bilgilerinin yarısı yalandır, bilgiler basitleştirilip indirgendikçe söylenen yalan miktarı artmıştır. örnek bir: "kanda enzim olmaz." nah olmaz. kan tahlillerinin yarısında(karaciğer kalp fonksiyon testleri gibi) kandaki enzim miktarına bakarsın. örnek iki: "spermle döllenen ootiddir." nah ootiddir. her ay yumurtlıktan atılan hücre aslında ikinci mayozu tamamlamamıştır; metafazda takılıp kalmıştır. sperm kabuğu delip yumurtayı dölledikten sonra, çekirdek kaynaşmasından hemen önce sekonder oosit mayozu tamamlayıp ootid olur. böyle çeşitli örnekler daha var, ama daha çok kafa karıştırmayayım şimdi. ne diyordum ben? 

anatomiye ilk başlandığında lise biyoloji bilgilerinin çoğu çoktan unutulmuştur. ilk önce kemikleri ezberlemekle başlarsın. 312 kemiğin hepsinin ayrı ayrı adı yoktur; onun yerine her kemikte yaklaşık on tane çıkıntı, girinti, pütürcük, pürüzcük, eklem yüzü, boynuz vardır. bunların hepsinin de latince isimleri vardır. zamanla uzuv yerine "ekstremitas", uç yerine "distalis", gövdeye yakın kısma "proximalis", orta yerine "medial", kenarda kalan yerine "lateral", kenar yerine "margo", köşe yerine "angulus", bağ yerine "ligamentum", oluk yerine "sulcus", delik yerine "foramen", pütürcük yerine "tüberositas", çıkıntı yerine "processus" demeyi öğrenirsin; hatta bir yerden sonra bunu istemsiz yaparsın. bu ilk safhadır, hala geri dönülebilir. 

alt başlık: vücudu öğrenmek

sırada kasları öğrenmek vardır. ilk başlarda eğlencelidir, biceps derken pazu gösterirsin, oradan bir muhabbet döner... deltoideus vardır, şu hoş görünen omuz kasları... pectoralisler, göğüs kasları; şu çok geliştirince erkekte sütyenlik olan kaslar... rectus abdominis: six pack, o seksi kas, falan... ama asla hepsi bu kadar değildir. bir yerden sonra azıtır, sapıtır, kendinden geçer. çünkü bunun damarı, siniri, tutunduğu yerler, yaptığı iş ve yakınından geçen/delen damar sinirler insana afakanlar bastıracak kadar çoktur. siz ne ara koptuğunu anlamadan çalışma grubunda ip kopar, ciddiyet kaçar, mastikaya vurulup yatak üstünde pijamalarla göbek atılır. şaka değildir, yaşanmıştır. 

ama hepsi bu kadar değildir. anatomi sadece teoriyle olmaz; bunun bir de pratik kısmı vardır: Kadavra. anatomi laboratuvarına gidersiniz. masalarda üstü sarı muşambayla örtülü kabarıklıklar vardır. sonra o muşambalar açılır ve bir anda aşırı yoğunlaşan formaldehit kokusuyla beraber, derisi yüzülüp kasları tek tek ayrılmış, sakin suratlı kadavralar açığa çıkarılır. bu ilk travmadır.
bir gerçek: formaldehit kokusu ne kadar iğrenç olursa olsun, eğer kadavra eskiyse kusmazsınız; çünkü insandan çok maket gibi görünmektedir, çünkü yıllarca formaldehitte yata yata kasları pirzola kıvamına gelmiştir, bir zamanlar canlı olduğunu asla belli etmemektedir. ancak kadavranın yüzüne ilk seferde bakmaya cesaret edenler fenalık geçirebiilir; çünkü o yüz korkunç derecede insandır. kafatasının kenarı açılmış ve beyni görünüyor da olsa, her an gözlerini açıp "orada değil iki santim yukarıdaki kas senin aradığın!" diyecek gibi bir hali vardır... 
bir başka gerçek: kadavrayla geçen bir iki haftadan sonra kadavranızın ismini, neden ölmüş olabileceğini, kaç yaşında gösterdiğini tartışmaya başlarsınız. karşı laboratuvar grubundan biriyle "kadavra da pörsümüş falan; ama yüzü çok düzgün, formaldehiitten mi acep? ben de mi formaldehite yatsam? saçları beyazlamış gibi, kırk yaşında falanmış gailba..." muhabbeti yapmaya başladığınız an, kendinizden ilk korktuğunuz andır. şaka değildir, yaşanmıştır. 

yine de, kas-kemik komitesi bitip sınavı da olunduktan sonra hala insanlıktan tamamen kopulmamıştır. hala mühendislik okuyan lise arkadaşlarıyla anlaşabilmenin yolları mevcuttur. kişi hala kendini toplumdan soyut bir obje olarak görmemektedir.

ikinci alt başlık: fark etmeden dönüşüm

ilk komiteden asla iyi bir not alınmaz. alınırsa bu ya inekliktir, ya da... şey, inekliktir. ineklerin kromozomal açıdan insana en yakın canlılar olduğunu söylemiş miydim? sadece birkaç gen dizisini değiştirince insan oluyormuş. 

neyse. ilk komitede o kadar çalışıp kötü not almanın sıkıntısıyla tıpçı "buna da çalışmayayım; bakalım o zaman olacak mı?" triplerine girerse sonuç hiç iyi olmaz. yaşadım, biliyorum. çünkü o iki komite gastrointestinal sistem ve kardiyovasküler sistem komiteleridir. kendileri karışık ve sıkıcı olup, bir de triplenilirse asla çalışılmaz. yine de ikisinin aldığı toplam üç ayda dönüşümün sinsi evresine girilmiştir. 

bu evrede tıpçı kendini tamamen derslere vermiştir. ilk komitede yaşanan hızlı değişim sonrası bu iki komitedeki yavaş ilerleyiş, tıpçıyı alarma geçirmez. sinsi dönüşüm yavaş yavaş ilerler ve bir gün, bir sömestr tatilinde, tıpçı kendini birden toplumdan soyut olarak görmeye başlar. aileyle aynı dili konuşmadığını anlamasıyla gerçek suratına tokat gibi çarpar. daima tıpçı türdaşlarıyla birlikte olan ve sinsi dönüşümün farkına varamayan tıpçı, normal insanların yanında sudan çıkmış balık gibidir. burada hala geri dönüş vardır; ancak bu sadece tıpı bırakma ve yoğun sosyallik terapisiyle sağlanabilecektir. ne var ki çoğu tıpçı bu aşamada kalmaz. 

asıl geri dönüşsüz aşama sömestrdan hemen sonra başlar: nöroloji komitesinde. beyin, sinirler, duyu organları, omurilik, motor korteks, duyu korteksi, konuşma alanı, duyma alanı, anlamlandırma alanı, kraniyal sinirler, derken tıpçı artık asla geri dönemeyecek; sonsuza dek bir tıpçı olarak kalacaktır. kendini bir daha asla normal insanların yanında yeterince rahat hissedemeyecek, söylediği her sözü iki kere düşünecektir. türdaşlarının olduğu fakültesini ve yurdunu artık kendi kültür ortamı gibi, petri kabı gibi  benimseyecektir. ancak bu durum iki komite sonra çok daha belirgin ve vahim bir hal alır: ürogenital sistem komitesinde... 

bir bayan olarak erkekler nasıl karşıladı bilmiyorum, bu cinsiyete göre yorumları değişen komiteyi. ancak ben, kendimde "terbiye" ya da "utanma" denen şeyi artık bulamadığımı söylemeliyim. adamın biri karşıma geçip striptiz yapsa "du bi yaa, senin bu sağ skrotum niye bu kadar büyük? hidrosel mi var, gelsene bi? aa evet, valla da hidrosel! çabuk giyin gel, hastaneye gidiyoruz..." tarzı bir yorumda bulunabilirmişim gibi bir his var içimde. herhangi bir cinsel konuyu hiçbir şey hissetmeden ulu orta konuşabilirmişim gibi sanki. insanlar ayıplamamalıymış gibi. neden "ayıp" olduğunu sorgulamak, olmadığına karar verip "işte, insanlar ayıplıyor ama bence ayıp değil yani..." diye omuz silkerek kendini bir çırpıda tıp okumamış tüm toplumdan soyutlamak. bu dönüşümün sonu böyle bitiyor. 

üçüncü alt başlık: kendini şaşırtmak

ne var ki dönüşümün tek sonucu bu değil. bir süredir durup durup düşünüyorum, ben ne ara böyle oldum diye. "şu oldu da değiştim" diyebileceğim belirgin bir zaman aralığı yok. sadece bu değişimi fark edişim var. oda arkadaşım sayesinde. 

ne zamandı hatırlamıyorum; mart sonu gibiydi sanki - o zaman aralığı bende çok karışık, çok kayıp. bir gün oturmuş ders çalışırken arkadaşım arkadan seslendi: "bir zamanlar bir nefron vardı hatırlar mısın? henle kulbu, glomerül falan... bir de tübüller vardı hani, isimlerini hatırlıyor musun onların?"

şimdi hatırlayın, ne demiştim ben size? lisedeyken gördüğümüz, karmaşık isimli, sövdüğümüz... aynen bunları söyledim ben de ona. nereden hatırlayayım, aptal aptal isimleri vardı, sınavda da hatırlamıyordum zaten, dedim... bana güldü. "proksimal ve distal tübül, desem?" dedi. hiçbir şey diyemedim, çünkü anlamlıydı. o kadar anlamlıydı ki kendim bile şaşırdım. benim için az önce "uzak ve yakın tübül" dese aynı derecede anlamlı olabilirdi ancak. "tekrar baksana," dedim, "bir yanlışlık olmasın? o kadar basit değildi bu!" çünkü gerçekten mantıksızdı bu derece anlamlı, basit olması. bana yine güldü. 

"Basit mi?" dedi, "basit değil ki? hala basit değil. ama artık biliyoruz bunu." 

kıssadan hisse: Tıp aslında Latince öğrenmektir!
yani Türkçe tıp aslında Türkçe değildir; asla olmamıştır, cehennem donduğunda, ya da belki birkaç yüzyıl sonra olacaktır.

şimdi buraya kadar daha "ben tıp mıp okumam yaaa, bu neee?!" diye tırsıp çekilmemiş cesur kardeşlerim varsa diye, onlar için devam ediyorum, bir başka konudan...

üçüncü konu başlığı: Neden Hacettepe, Neden Ankara? 

işte bu da en büyük mallığımızdır. neden hacettepe? çünkü adı vardı. çünkü en iyi eğitimi hacettepenin verdiğine inanıyorduk. çünkü hacettepeyi gözümüzde fena halde yüceltiyorduk. sonucu söyleyeyim mi? şimdi Ankara Tıp'ta olsam belki de daha mutlu olurdum. 

her komite ezberlemeniz için en az 500 sayfa not dayanıyorsa, sizin de yedi komiteniz varsa, mantıklı olan şudur: asla hepsini ezberleyemezsiniz. eğer hocalar hepsini ezberlemenizi istediklerini söylüyorsa, bu da bir yalandır: asla hepsini soramazlar. önemli olan, bilinmesi gereken, klinik hayatta karşınıza çıkacak ve aklınızda kalması gereken yerler vardır. bir hocanın yapması gereken bu yerleri vurgulayıp bu yerleri sormaktır. peki öyle olur mu? Hacettepe'de değil. 

Hacettepe'de olan şudur: hocalar moroz moroz anlatır, sen moroz moroz dinlersin. birileri ses kaydından öğrenci notu tutar, gider onları ezberlersin. sonuç: komiteden yüksek not gelmez, çünkü hocalar asla vurguladıkları yerlerden sormaz. zaten çoğu da hiçbir şeyi vurgulamadığı için, sen de her şeyi ezberleyemeyeceğinin farkında olduğundan, notta neyi önemli gördüysen onu ezberlersin, hocaya göreyse tam tersi önemlidir. hocaya "sorular zordu" dediğinde "bilmeniz gereken şeylerdi" cevabını alırsın. çünkü her şeyi bilmen gerekiyordur. bir hacettepelinin bilmesi gereken şeyler bunlardır.

şu anda bu senenin ders notlarını üst üste koyduğumda dizime kadar geliyor - kot bedenim 30-30, yani bacaklarım kısa falan değil, aksine uzun bile sayılabilir. ve bunların hepsinin ezberlenmesi gerektiğini söylüyorlar. 

Ankara Tıp'tan bir hoca Tusem'de ders anlatıyormuş, dersinin olmadığı zamanlarda. bir gün bizim dönem için ücretsiz ek ders ayarlamışlar, tabii ki gittik. nöroloji komitesiydi. dersi anlatıyor adam; ama biz mi anlatıyoruz, o mu, belli değil. "hayatımda duymadığım şey bu; sınavda size bunu sormuşlar. çok şaşırdım. hiçbir anlamı ya da klinik önemi yok, gereksiz bir şekil bu burda. neden sormuşlar anlamadım, ama sormuşlar." falan deyip duruyordu. Ankara Tıp mezunları bizden daha mı az doktor? hiç sanmıyorum. 

ama bir de şu açısı var işin: TUS sorularını hacettepe hazırlıyor. bu ne demek? mesela ben artık önüme tus sorusu çıkınca "amanın ne de güzel sorusun sen! ne de güzel çözülürmüş, a canım benim! komite soruları da böyle olsa ya?" şeklinde yorumlar yapıyorum, demek.

ve son... ha unutmadan, bir de, henüz hiç görememiş olsam da, "hacettepe tıp mezunuyum" dediğinizde apayrı bir prestij oluyormuş. o kısmını da bekleyip göreceğim artık... 

ana fikir: tıpçıya sormadan tıpa gitme. hatta mümkünse hiç gitme. hele miden zayıfsa, kan tutuyorsa, 8 saatten az uyuyamıyorsan, kötü kokulara katlanamıyorsan, ezberle aran iyi değilse, dil öğrenmede iyi değilsen asla gitme. 

sonuç: bir sonuç yoktu aslında ulaşılacak, her şey amaçsızdı. sadece vakit geçirmek olsun işte, bu da benim zevkim, naparsın... bir tıpçı olarak biraz tuhaf taraflarım olsun, değil mi? 

2 yorum:

  1. üşenmeyip yazdığın için tebrik ettiğimi çooooook önce belirtmiştim. arkadaşlarıma ibret olsun diye bunu okuyorum öyle yani...

    YanıtlaSil
  2. umarım işe yarıyordur, bari :D

    YanıtlaSil